Aralık 2017
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

İnterneti Yadsımak Matbaayı Yadsımaya Benzer
Yani İnterneti kabul etmemek matbaayı kabul etmemekten hiç farkı yok!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, TÜBİTAK’ın bilim ödül töreninde 28.12.2017 günü yaptığı konuşmada, internetin kullanımı konusunda “zehir” ifadesini kullanarak, onu adeta öcü göstermiş, aynen şöyle demişti:
"ZEHİR EVİN İÇİNE GİRMİŞ VAZİYETTE"
"İnternet kafeler vardı, şimdi iş ne yazık ki evlerde kurulur hale geldi. Artık internetler eve yerleşti. Yani zehir evin içerisine girmiş vaziyette. Şimdi bu tehlikeye karşı hocalarımız, anne babaları uyarmak durumunda. Bu tehlikeden kurtulmamız lazım. Bu çok ciddi bir uyuşturucu müptelasıdır. Uyuşturucu müptelası olmaktan gençliğimizi kurtarmamız lazım. Teknolojinin, uyuşturucu müptelası olmaya gençliğimizi sevk etmesi, şu anda en büyük tehlikemiz. Bu noktada çok ciddi adımlar atmamız gerekiyor. " (1)
Bu sözleri duyunca inanın çok şaşırdım. Çağdaş dünyada yoğun bir şekilde iletişim alanında kullanılan bilimin en güzel buluşlarından interneti  “zehir” gibi gösterip “buna karşı ciddi önlemler alınmasını önermek, kötü göstermek çok büyük talihsizliktir.
Sözcü’den Murat Muratoğlu köşesinde, Cumhurbaşkanının internet üzerindeki bu görüşleri üzerine şöyle yazmakta:
Osmanlı’da 3 ncü Murat’ı kafaya alan Şeyhülislam’ın rasathaneyi yıktırmasının ne farkı var 2018 yılının Türkiye’sinde yapılan bu konuşmanın?”.
Ben de diyorum ki, internete karşı çıkmak, onu yadsımak, “zehir” diye nitelemek, Osmanlı’nın matbaaya karşı çıkmakla hiçbir farkı yoktur.
Biliyorsunuz matbaanın bulunuşu bilim ve buluşların yayılmasında çok büyük katkısı olmuştur. Avrupa matbaa sayesinde çok çabuk aydınlanma ve sanayi devrimini yakalamıştır. Matbaa 1450 yılında Almanya’nın Manz kentinde Jan Gütenberg tarafından bulunuyor, Osmanlıya da ancak 1727 yılında 277 yıl gecikmeyle Lale Devri’nde Macar Dönmesi İbrahim Mütefferika tarafından getirilebilmişti, o da yıllarca engellenmiştir. Türkler, ne yazık ki bu gecikmenin sancısını halen çekmekte, bir türlü bu zaman-kültür farkını kapatamamıştır.
“Bilim-bilgide, kültürde başarılı olamadıklarını”  bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan tarafından söylenirken, çağımızın en muhteşem harika buluşu internetin “zehir” diye, yine aynı kişi tarafından kötülenmesi çok hazindir. Ben şahsen buna çok üzüldüm.
Posta dağıtıcıları eskiden, çantalar dolusu mektup, evrak taşırlardı, adamların omuzları davulcu omzuna dönerdi. Şimdilerde posta dağıtıcıları artık, internet ulaşımı, iletişim sayesinde çantalar dolusu mektup, kart, kâğıt taşımıyorlar; bu durum kâğıttan tasarruf değil midir?  Öyleyse, bu harika buluş interneti her eve, özellikle her okula yaygınlaştırmalıyız. İnterneti açtığınız zaman aklınıza gelen her şeyi, en çabuk biçimde bulabiliyor, ulaşabiliyoruz.  İnanır mısınız, “nasıl olsa internetten her şeyi rahat buluyoruz” diyerek birçok ailenin, 20-25 yıl önceye kadar evinde biriktirdikleri ansiklopedileri çöpe attıklarını görüyorum.
(Küçük bir köpeğim var, her gün onu sabah akşam parklara gezmeğe çıkarınca çöp bidonlarında kitapları ansiklopedileri görüyorum. Birkaç defa boyuma kadar dolu kitap ve ansiklopediyi toplayıp köyümdeki okula gönderdim. Neyse konu internet olunca dağıttık, devam edelim.).
Oysa internet sayesinde dünyanın her tarafındaki haber ve olayları, hem de anında ve görüntülü olarak haber alıyoruz. İnternet olmasaydı, olayları, haberleri sadece tek yanlı olarak halka topluma sunulurdu. İnternet böylece yandaşın da, muhalifin de foyasını etrafa yayıyor. Yani iletişim çok hızlı bir şekilde, hem de dünyanın her yanında anında yayılmaktadır. Bu çağımızın müthiş bir buluşu değil midir? Bunu nasıl yadsıyabiliriz.
Türkiye’de bu yıl, 72 milyar 735 milyon liralık internet alışverişi gerçekleştirilmiştir.
Günümüzde internet öylesine yaygınlaştı ki, dünyada her saat, her dakika binlerce, milyonlarca iletişim, haberleşme, mesaj, bilgi aktarımı, randevular e-devletle yapılmaktadır. Kâğıt tasarrufunu düşünen akıllı insanlar, artık yazışma, haberleşmeyi internetle yapılmaktadır. İsterlerse hem de dünyanın birçok yerine, dünyanın öbür ucuna görüntülü olarak haberleşebilmekteler. Başbakanlık BİMER ve öteki bakanlıklar, ordu haberleşmelerini internet e-devlet internet yoluyla yapılmaktadır. Ne ki kağıt tasarrufu için yazışmaların mümkünse internetle yapılması önerilmektedir.
Ayrıca yanımızdan hiç ayırmadığımız cep telefonlarındaki haberleşme sistemi, radyo ve TV iletişimi uydu ve internet sayesindedir. Bu müthiş buluşu, kötü göstermek cehaletten başka bir şey değildir.
Birleşmiş Milletler raporlarına göre, kalkınmış ülkelerde genç nüfusun yüzde 94 ü internet kullanıyor. Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerde bu oran yüzde 67 ye düşerken, gelişmemiş ülkelerde ise giderek azalarak yüzde 30 lara düşmektedir. (2)
Şuna inanalım ki, internet sayesinde tüm okullardaki, üniversiteler dâhil, görülmekte olan dersleri izleyebiliriz. Çağımızda bu derece yararlı, hızlı iletişim sağlayan internet çağımızın en muhteşem buluşudur.  İşte İnternet ve bilgisayarın yazılım ve öteki ortak yan kullanım lisansları sayesinde, bu buluşun merkezi olan ABD aklınızın alamayacağı kadar yüz milyarlarca dolar paralar kazanmaktadır. Biz de, tıpkı matbaa da olduğu gibi kötülemeğe, dışlamağa, yadsımağa çalışıyoruz.
İnternet, şuna inanıyorum ki, internet imkânı olmayan cahil tabaka tarafından, kötü siteleri kastederek kötülemekteler. Bu kötüleme cahil çevrelerde öylesine çok yaygın ki, işte bu kötülemenin rüzgârını alan Sayın Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan da, internet için “zehir” tabirini kullanmaktadır. Çağın en büyük buluşu interneti kötülemek, kötü göstermek, çok büyük talihsiz bir açıklamadır. Lütfen interneti daha yaygın kullanalım. (3)

Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız

SONNOTLAR
(1)https://www.haberturk.com/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-dan-tubitak-odul-toreni-nde-aciklamalar-17739511
(2)Kızlı Erkekli İnternete giriyorlar. Murat Muratoğlu Sözcü sf 6
(3) İNTERNET: Teknik olarak, birçok bilgisayarın ve bilgisayar sisteminin birbiriyle bağlantısıdır. Diğer bir anlamda, sürekli olarak büyüyen bir iletişim ağı da denilebilir. Şu anda, sizinde bu satırları okurken kullanmakta olduğunuz, internet sistemi, dünya üzerinde, bilgisayarın ortaya çıkışı gibi, yine Amerika’da ortaya çıkmış bir teknoloji harikasıdır ve hatta, daha da ileri gidilerek, yeni bir çağın başlangıcı, bilgi çağının, bilginin paylaşımı çağının başlangıcı olarak da nitelendirilmektedir.
İnternet, dünya üzerinde ilk kez: bilgisayarların birbiriyle konuşması, haberleşmesi olarak: 1965 yılında, Amerika’da gerçekleştirilmiştir. Çünkü: internet sisteminin temelinde, bilgisayarların birbirleriyle haberleşmesi, kendilerindeki bilgilerin birbirlerine aktarımı esası bulunmaktadır.
1969 yılına gelindiğinde ise: Amerika’nın çeşitli Üniversitelerinde bulunan; bir ana bilgisayar ve 4 merkez arasındaki ilk bağlantı sağlanmış ve böylece “İnternet” sisteminin ilk temelleri atılmıştır. Amerikan Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulan bu sisteme: “ARPANET” ismi verilmiştir.
Takip eden süreçte: birçok merkezdeki bilgisayarlar, ARPANET sistemine bağlanırlar.
1972 yılına gelindiğinde: ARPANET içinde, ilk e-mail iletişimi kullanılmaya başlanır.
1983 yılına gelindiğinde ise: internet ağının ana halkası, ARPANET içinde kullanılmaya başlanır. Bu arada: 1984 yılında, Amerikan Savunma Bakanlığı, ARPANET içinden ayrılarak, kendi askeri internet sistemi olan “MİLİTARY NET” sistemini kurarlar.
1986 yılına gelindiğinde: ARPANET, Amerika çapında, birçok bilgisayar merkezini kapsar hale gelir. 1995 yılında: sistem, özel şirketlerin ortak işletmesine geçer.
Takip eden süreçte: internet sistemi: birçok ülkede, binlerce bilgisayar ağı arasında, milyonlarca kullanıcı tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Yani: ilk olarak, 1969 yılında ortaya atılan, bilgisayarlar arasındaki bu haberleşme sistemi: 1995 yılında, yani yaklaşık 24 yıl sonra, tüm dünyada kullanılır hale gelmiştir.
Ülkemizde, internet, ilk olarak: ODTÜ’de; Nisan 1993 tarihinde kullanılmaya başlanmıştır.
1994 yılında ise, Ege Üniversitesinde, internet bağlantısı sağlanmıştır. Ardından, 1995 yılında, Bilkent Üniversitesi, 1996 yılında ise, Boğaziçi Üniversitesi ve İTÜ, internet bağlantılarını gerçekleştirmişlerdir.
https://tarihinizinde.com/internet-dunyada-ortaya-cikisi-turkiyede-ilk-kullanimi/

Çağın dışında kalmak olanaksızdır - Doğan Kuban
Bugün bütün dünya ile birlikte yaşamanın sunduğu bütün teknolojilerden yararlanan, otomobile, uçağa, otobüse, metroya binen, AVM’lerden alışveriş yapan, cebinde telefon taşıyan, elektrik kullanan, televizyonda futbol maçı seyreden bir Türk toplumu var.
Bu toplum, bir moda olarak yinelenen tekerlemede söylendiği gibi, aptal bir toplum değil. Biz İslam dünyasında demokratik ve kültürel devrim yapan ve sömürge olmayan tek toplumuz. Türklere Arapların taktığı ‘Etrak-ı bi-idrak’ diyen Osmanlı ulemasıdır. Mustafa Kemal, Cumhuriyet devrimini yapan Türk Ulusunun zeki olduğunun altını çizen kurucu liderdir.
Ülkenin durumunu beğenmeyenlerin insanlara aptal demesi haksızlık. Türkiye’yi bugünkü duruma düşürenler de aptal değil. Bu toplum çağdaş dünyaya bilim ve kültürleriyle egemen olan güçler tarafından yönlendiriliyor. Herkes onların müşterisi.
Sömüren ve sömürülen
Bildiğimiz, kullandığımız, sahip olmaya çalıştığımız, her gün tanık olduğumuz maddi çevre çağdaş. Aptal olmadığına göre, bu halk çağdaş, yani bu dünyanın ve günün ortağı. Başka dünya yok. Fakat sömüren ve sömürülen var. Devletin uluslararası platformlarda söyledikleri de bu ortaklığın kanıtı. Nato’ya bağlı, Amerikan ilkelerine bağlı. Avrupa Birliği kapısında. Kaldı ki Amazon yerlileri bile, ilkel yaşamlarına devam ederken Hollywood filmlerinde rol alıyor.
Fakat Türkiye’de kimi gerçek cahillerin ağzında gevelediği ilginç bir tekerleme var: Bir vatandaş çıkmış 'Ben çağdaş değilim, Müslümanım!’ demiş. Oysa ‘Ben varım ama bu çağda yaşamak istemiyorum’ deseydi daha doğru olurdu. Ya da bir ormana, dağ başına gidip, eski deyimi ile inzivaya çekilip, ya da Buda gibi, dünyanın sunduklarından elini, eteğini çekseydi, ya da eski Hristiyan azizlerinin kimisi gibi bir ağacın üzerinde yaşasaydı, ortak yaşamın bütün olanaklarını reddetseydi, bu sözün bir anlamı olabilirdi. Ama bu günün Müslümanı istese de, istemese de, bu çağda yaşıyor.
Çağdaş ürünleri getiren AKP
Doğrusunu isterseniz bu vatandaşın söylemek istediği 'çağdaşlıktan söz edenlerin karşısındayım, onlar gibi düşünmüyorum' demek. Eğer çağın bütün olanaklarından yararlanarak bunu söylüyorsa, çağdaş sözcüğünün anlamını bilmiyor. Bunu, ideolojik ve Müslümanlık karşıtı bir tavır zannediyor. Olasılıkla söylemek istediği ‘Ben Cumhuriyet karşıtıyım’ demek. Daha akla uygun bir içerik, ‘Ben AKP’liyim’ deyimi.
Ne var ki bu AKP’nin yaptıklarına aykırı bir söylem. Çağdaş yaşamın temsilcileri, onun bütün ürünlerini Türkiye’ye getirenler AKP’li. Yollar, köprüler, AVM’ler, gökdelenler, televizyonlar, telefonlar, turizm, turistler, modalar, sinemalar, İngilizce öğretim, Off Shore hesapları, uluslararası ticaret, borsa, Rusya ve İsrail, Amerika ve Çin ile işbirliği.
Bu çelişkilerle yaşayan ve düşünen adamları yetiştiren bir toplum nasıl bir toplumdur? Yaptıkları ile söyledikleri birbirinin tersi olan adamlar hangi dünyanın adamlarıdır? Eğer sayıları çoksa bunları ne yapacağız? Sorunumuz bu!
Sorun: Kör cehalet
Bu sözüm ona politik tavır, kafası karışık bir cehaletin sesidir. Türkiye’nin sorunu partilerin, devlet adamlarının, çığırtkanların söylediği gibi politik değildir. Düpedüz kör cehalettir. Bunun teknoloji üretimine, eğitim ve öğretime, uluslararası ilişkilere, ekonomiye, ahlaka olumsuz etkilerinden söz edilse bile, bunların çözümü sistem, yasa değişikliği değil. İkide bir yasa değişikliği de ayni cehaletin neden olduğu bir mekanizmadır. Bunun yanıtını bulmadığımız içindir. İster şalvar giyin, ister kaftan. İster takke, ister şapka, ister çarşaf, ister mini etek. Aynı dünyayı paylaşıyoruz.
Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu politik değildir. Bu yakın zamanlara kadar böyle değildi. Her şeyi hükümetten bekliyorduk. Şimdi güç, hiçbir yerde hükümetlerde değil. İnsanlar öyle sanmaya devam ettiği için, hükümetlerin kararlarını anlamıyor. Asker, polis, hâkim vali, muhtar, eskiden bildikleri otorite temsilcileri olarak dünyanın iplerinin kimin elinde olduğunu anlamakta zorluk çekiyorlar.
Modası geçmiş kavramlar, anlamını yitirmiş eski örnekleri anımsamak sorunu çözmeye elvermiyor. Gerçi dünyanın değiştiğini söylemek sorunları çözmek için yeterli değil. Her şeyin içi boşalmış olsa da, yaşayan kalıpları yok saymak olası değil. Çelişkiler içinde yaşamamızın nedeni bu! Daha doğrusu dünyayı anlamamış adamların söyledikleri ve yapmaları olasılığı olmayan olgu bu. Bütünleşmiş bir dünyanın parçasıyız. Fakat bu dünyanın her köşesinde tarihi yapı ve kavram olarak var. Çelişkiler içinde yaşamamızın nedeni bu iki uçluluk. Tek yönlü bilimsel ve teknolojik gelişme, dünyaya homojen olarak yayılmıyor.
Tutuculuğun nedeni Kuran değil, insanlar
Osmanlı İmparatorluğu’nun batmasının, İslam ülkelerinin bu günkü geriliklerinin ve perişan hallerinin nedeni de bu. Fakat İslam tarihi bu gericiliğin Kuran’da olmadığını ve insan gruplarının tutuculuğundan kaynaklandığını kanıtlıyor.
Abbasi halifeleri Bağdat’ta Beyt’ül Hikmet kurumunu açıp Antik çağın bilim ve felsefesini, 10-12. yüzyıllarda Arapça’ya çevirdikleri zaman, Rönesans’tan 400 yıl önce, Abbasi ya da Arap Rönesansı denen dönüşüm gerçekleşmişti. Matematikçiler, fizikçiler, doktorlar, filozoflar yetişmiş, İbn-i Sina (Avicenna), İbn-i Heysem (Alhazen) gibi bilim insanlarının yapıtları 17. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde okutulmuştu.
Bugün Avrupa üniversitelerinde okutulan bir Arap ya da Türk ders kitabı var mı acaba?
Türkiye’de matbaanın 18. yüzyıla kadar açılmasına engel olan hattatlardı. Allah sözcüğünün bir araçla basılmasının günah olduğunu söylüyorlardı. Resim yasağı da Kuran’da yoktur. Şam’da Emevi sarayında çalışan ikonoklast bir Hristiyan’ın etkisiyle uydurulan bir hadisle uygulanan yasak ise, ressamlara da tablolarına da engel olmamış, 19. yüzyıl sonunda Güzel Sanatlar Akademisi’nin açılmıştır. Bugün herkes “selfie” çekiyor. Bütün duvarları da politikacıların fotoları süslüyor. Herkes televizyonun başında. Büyük günah işlediklerini televizyonculara kim söyleyecek?
Finans pornocuları
Çağdaş yaşamla İslam arasında uyuşmazlıklar olduğunu düşünen insanlar var. Ünlü Sloven filozofu Slavoj ZizekPanama’da kara para aklamak için hesap açan iş adamlarının davranışlarına ‘Finans pornosu’ demiş. Bunların arasında bizim tanıdıklarımız da var. İslam’da porno söz konusu değil. Kuşkusuz günah. ‘Ben çağdaş değilim, Müslümanım!’ diyen vatandaş ‘porno gibi şeyler beni ilgilendirmez, bunlar çağdaş işler’ diyerek kendini kurtarabilir mi? Zizek, Panama listelerindeki İsveçli, Rus, Çinli, İranlı ya da Türklere kapitalizmin yarattığı kardeşler olarak bakıyor.
Dünyada çatışan iki büyük gerçek var: Egemen gerçek, bilim ve teknoloji üzerine kurulu çağdaş toplum. İkinci gerçek Budizm ve monoteist dinler üçlüsünün, çağdaş yaşama çoktan bağlanmış pasif direnci. Toplumların ya da küçük grupların uygarlık düzeyleri ve cehaletlerine bağlı olarak aktifleşiyor: Politik parti, Işid gibi. Bu direncin kurgusu ve parasal temeli de emperyalizm kaynaklı.

Doğan Kuban / herkesebilimteknoloji.com

“Yasama, yürütme, yargı iç içe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o hâkimdir” 
Jean Jacques Rousseau
*
Siyaset mahkeme salonlarına girdiği anda adalet oradan çıkmalıdır”.
Guizot
“Adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir”. 
BLAISE PASCAL

Fatih Sultan Mehmet’le Mimar Başı
Adaletin bozulduğu, güçlünün adaletinin uygulandığı günümüzde, tarihi kaynaktan 500-600 yıl önce bile adaletin ne kadar değerli olduğunu, adalete olan saygıyı anlatan bir olayı okuyucuya sunmak istedik.
Cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluğun bile örtüldüğü günümüzde, adaletin ne kadar önemli olduğunu anlatan bu öyküyü aktarırken, yargılamada padişaha bile yanlı davranılmadığını görünce şaşırdık doğrusu. Yargılanan Fatih tarafından, Molla-Kadı-Hâkimin torpil geçerse gürzle nasıl cezalandırılacağını sanık durumundaki Fatih bize göstermektedir.
Evliya Çelebi’nin anlattığı bu olaydaki, Fatih’in adaletini günümüzün adaleti ile kıyasladığımız zaman, adaletimizin Fatih zamanındaki adaletten bile geri olduğunu göstermektedir.
Adalete güvenin hiç kalmadığı şimdilerde değil Cumhurbaşkanını yargılamak, ülkemizde yargıçlar bile nerede ise Cumhurbaşkanının emrine girmiş gibi görünmekte. Nerede ise, yandaşa başka, muhalife başka adalet uygulanmaktadır. Sanki ülkemizde üstünlerin adaleti uygulanmaktadır. Adaletin yok olduğu bir ülkede önce evrensel itibar yok olur, sonra ekonomi gerilemeye başlar. Yorumu, gerisi size ait.
Fatih Camisi yapılırken gazaba gelen Fatih Sultan Mehmet, mimarbaşını şiddetle azarlayarak şöyle der:
“-Benim camimi niçin Ayasofya kadar yüksek yapmayıp bir Rum haracı değer sütunlarımı üçer zira kesip, Ayasofya’dan kesip, Ayasofya’dan alçak ettin”.
Camiyi yapan mimarbaşı padişaha özür dileyerek şöyle cevap verir:
“-Padişahım İstanbul’da zelzele (deprem) çok olur, yıkılmasın diye, iki sütununu üçer zira kesip Ayasofya’dan alçak ettim”.
(Zira: Osmanlı zamanında kullanılan orta parmak ucundan dirseğe kadar olan uzunluk ölçüsü birimi)
“Özrü cürümünden şiddetlidir” diyerek, hiddetlenip aman veremeyerek mimarbaşının iki ellerini bileklerinden kesti.

Fatih Sultan Mehmet, emir şer’i Şerifindir” deyip, feracesinin kemerine bir de topuz gizledi… Sonra, Mollanın huzuruna vardı, selamdan sonra sadra  (kürsüye, başköşeye) geçmek istedi. Ama yargılamayı yapacak olan Molla Hazretleri şöyle dedi:
“Oturma padişahım! Hasmınla beraber durup mürafa (duruşma) olun”.    , Molla duruşmada mimarbaşını sorgulayınca, mimarbaşı padişahtan şöyle şikâyette bulundu:
“-Sultanım!  İşimin ehli bir yapıcı mimarım.«Benim camiimi alçak eyledin ve iki diriğimi kestin» diye, iki ellerimi kesip işimden ve kazancımdan alıkoyup, çoluk çocuğumu beslemeğe kudretim kalmadı. Emir Şer’i Şerifindir”, dedi. Bunun üzerine Molla Şerif Fatih’e dönerek:
“-Padişahım, bu adamın ellerini siz mi kestiniz”? Dedi. Fatih de şöyle cevap verdi:
“-Bu adam benim bir haracı değer iki sütunumu kesip camimi şöhretsiz etti. Onun için ellerini kestim. Emir Şer’i Şerifindir”.
Yargılamayı yapan Molla Hazretleri dedi:
“-Beğim! Şöhret afettir. Caminin alçak olması ibadete mani değildir. Senin taşın cevahir dahi olsa, kıymeti yine taştır. Ama bu adamın, kanunsuz ellerini kesmişsin. Bu adam işten kalmış. Çoluk çocuğunun beslenmesi şer’an senin üzerine kalmıştır. Ne dersin?” Dedi.
Sultan Mehmet de, “emir şer’indir  deyince, Molla Hazretleri:
“-Şeriatın emri budur ki, mimar dava etse, şer’an sizin elleriniz kesilir. Kanunsuz iş edenin kanunla hakkından gelinir”!
Fatih Sultan Mehmet’le Mimar Başı
Ertesi gün mimarbaşı İstanbul mollasına (kadısına) varıp Fatih’i şikâyet etti. Şeriat hükmünce yargılanmasını istedi. Hemen, Molla Hazretleri, kethüdasını Fatih’e gönderdi. Fatih’i şeriat hükmünce yargılamak üzere davet etti.

“-Beytülmalden (devlet hazinesinden) yeteri kadar maaş tayin edelim!” Dedi. Bunu reddeden Molla Hazretleri şunları söyledi:
“-Hayır! Beytülmalden gadretmek olmaz. Kabahat sizindir. Kendi ulûfenizden vermek gerekir”...Diye hüküm verdi. Bunun üzerine Fatih şöyle ricada bulundu:
“-Yevmiye akça vereyim, hakkını helal eylesin.” Sonunda bu dileğe mimar başı razı oldu, helâlaştılar.
Dava sona erince, molla hazretleri kıyam edip padişaha tazimler eyledi.
Fatih Sultan Mehmet, Mollaya:
“-Bu padişahtır diye, önceden bana tazim ve müsaade edeydin, şu topuz ile seni parçalardım”… Deyip, eteği altından topuzu gösterirken, adalete olan saygısını da göstermiş oluyordu…
İşte yüce insanların adalete karşı saygıları böyledir. Bir ülkede adalet sarsılırsa, adalete karşı güven azalırsa, devletin geleceği tehlikeye girer.

Fatih Sultan Mehmet’le Mimar Başı
Dedi. Fatih de:
Kaynak: Evliya Çelebi Seyahatnamesi Cilt: 1 den alan, Türk Edebiyatı Ahmet Kabaklı Cilt:2 Sf: 605–606  
Molla: O devrin kadısı, hâkimi yargıcı.                                                      
Cevat Kulaksız ckulaksizster@gmail.com.tr
  Adalet nerede?
Hâkimin terazisinde mi?
Silahların gölgesinde mi? gezer.
Yaldızlı rüyalarda mı? Yaşar.
Erişilmez hülyalarda mı?
Kuşların kanatlarında mı? Dolaşır.
Kara ciltli kitaplarda mı? Yazar.
Güçlünün iki dudağı arasında mı?
Kaf dağının arkasında mı? Yoksa
Musalla taşındadır belki...
Belki eğilmeyen başlardadır adalet.
Ta ötede, ötelerdedir belki adalet.
Osman Sarıkaya

Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız  

Bylock Vebası - Güner Yiğitbaşı
Yargı tarafından, bugüne kadar, FETÖ/PDY Silahlı Terör örgütü üyeliğinin en güvenli ve kesin delili olarak kabul gören, tek başına dahi örgüt üyeliğinin kesin delili sayılarak insanlara ağır cezalar verilmesinin gerekçesi yapılan Bylock haberleşme programı,Ankara C.Başsavcılığının yaptığı ve iki gün önce kamuoyuna açıkladığı Bylock kumpası tespitinden sonra, en güvensiz bir delil konumuna düşmüş bulunmaktadır.

Başta yargıtay olmak üzere, ilgili mahkemelerimiz; bundan böyle, telefonunda Bylock tespit edilmiş ise, o kişi FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün kesin olarak üyesidir deme lüksünü ve kolaycılığını kaybetmiş olup,bir veba mikrobu haline gelen Bylock, tüm inandırıcılığını,güvenini ve kesin delil olma niteliğini yitirmiştir.

Bundan sonra,telefonuna Bylock programını indirmiş olduğu,telefonunun uzmanlar tarafından yapılan incelenmesi sonunda açıkça tespit edilen ve ilgili kurum tarafından da, kişinin Bylock yüklü o telefonunun; aidiyet ortaya koyan bir takım teknik numaraları ve ilgilinin hat numarası ile uyum gösteren sunucu bağlantısı tespitleri yapılan ve haberleşmenin içerikleri de açıkça belirlenen, haberleşme içeriklerine göre örgütsel bir görüşme yaptıkları kesin olarak saptanan kişilerin, örgüt üyesi olarak tanımlanmaları gerekecektir.

Ankara C.Başsavcılığının tespit ettiğini belirttiği Bylock kumpasına maruz kaldıklarını açıkladığı kişilerin,11.480 kişi ile sınırlı olamayacağı açıktır.Bu 11.480 kişi, hangi kesin kritere göre belirlenmiştir, henüz tespit edilemeyen Bylock kumpası mağduru başkaları yok mudur?Bize göre tabi ki vardır.

Ankara C.Başsavcılığının tespit ettiğini duyurduğu Bylock kumpasının, örgütün siyasi ayağını gizleme ve koruma altına alma amacıyla yapılan bir girişim olduğu konusunda kamuoyunda dolaşan bazı rivayetler mevcut olup, bizim katılmadığımız bu rivayetlerin bertaraf edilebilmesi ve bu konuda hiçbir yanlış anlamaya ve kuşkuya imkan tanınmaması için,Ankara C,Başsavcılığının Bylock kumpası mağduru olduklarını tespit edip açıkladığı kişilerin, sadece telefon hat numaraları değil,isim ve meslekleri de açıklanmalıdır.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse,ortaya çıkan ve çıkacak olan her türden kuşkuya son vermek ve bazı suçsuz insanların Bylock vebası üzerinden özgürlüklerinden mahrum edilmemeleri,haksız yere tutuklanıp örgüt üyeliği suçundan mahkum edilerek mağduriyetlerin yaratılmaması için;yargının,Bylock deliline gözü kapalı ve balıklama atlamaması ve bu Bylock delilini sıkı bir şekilde irdeleyip sorgulamaları,hukuki bir zorunluluk haline gelmiştir.

Eski yılın bu son yazısı vesilesiyle, tüm okurların yeni yılını kutluyor,daha iyi olmayacağı aşikar olan yeni yılın, hiç değilse  2017 den daha kötü olmamasını diliyoruz.

29/12/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Taşeron İşçi Khk’de - Gündüz Akgül
Öteden beri taşeron işçi olayı gündemde yerini korumakta, bu işçilerin kadroya alınması sorunu iktidar ve muhalefet partileri arasından sataşmalara (polemiğe) neden olmaktadır.
24.12.2017 tarihli resmi gazetede yayımlanan ve büyük tartışmaları beraberinde getiren 696 sayılı KHK de taşeron işçilerle ilgili hüküm bulunmaktadır.
Kararnamede, idarenin merkez ve taşra teşkilatlarında, İl özel idareleri ve belediyeler ile bağlı kuruluşlarında çalışan taşeron işçilerin hangi koşullarda kadroya geçirilecekleri açıklanmıştır.
Bu koşulların tümü üzerinde durmayacağım. Yalnız kadroya geçiş koşullarının biride, “çalıştırılmalarına ilişkin olarak açtıkları davalardan ve/veya icra takiplerinden feragat edeceğine dair yazılı beyanda bulunmak” olarak belirtilmiştir.
Burada bir soru çıkmakta ve bu konuda KHK de bir açıklık bulunmamaktadır.
Yerleşmiş Yargıtay görüşüne (içtihat) göre davasından feragat eden davacı, karşı tarafa Avukatlık ücret tarifesine göre Avukatlık ücreti ödemek ve mahkeme masraflarına karşılamak zorundadır.
Örneğin;
YARGITAY 13. Hukuk Dairesinin 25.02.2015 tarih ve E. 2014/14383, K. 2015/5900 Sayılı kararında, Dava, vekâlet ücretinin tahsili istemine ilişkindir. Dava sulh ile sonuçlandığında, avukat müvekkilinden aralarındaki ücret sözleşmesinde kararlaştırılan miktarı isteyebileceği gibi davada sulh olunan miktara göre karşı tarafa yükletilen vekâlet ücretini de isteyebileceği belirtilmiştir.
Yine;
YARGITAY Hukuk Genel Kurulunun, 05.04.2006 tarih, Esas: 2006/8-114, Karar: 2006/136 sayılı kararında da,
ÖZET: Dava dosyasının esasa kaydı ve davalı taraf adına çağrı kağıdı çıkarılmasından sonra davacının isteği üzerine, karşı tarafın görüşü alınmadan, oturum gününden önce dosya ele alınarak davacının vazgeçme beyanına dayanılarak davanın reddine karar verilmiş ise de, davalı taraf avukat marifetiyle cevap layihası düzenleyerek dosyaya sunmuştur. Bu açıklamalar karşısında dava feragat nedeniyle reddedildiğine ve davalı avukat marifetiyle cevap layihası verilmiş ve bu şekilde davada temsil edildiğine göre; dava tarihindeki Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 7. maddesi hükmü uyarınca davalı yararına Avukatlık ücreti tayini gerekir. Hüküm altına alınmış bulunmaktadır.
Kadroya geçebilmek için açtığı davasında ve icra takibinden feragat eden işçi, yüklü miktarda dava masrafı ve karşı tarafa vekâlet ücreti ödediği takdirde büyük bir mağduriyet yaşamış olacaktır.
KHK’de bu konuda bir açılık bulunmadığından durum ilgililerin bilgisine sunulur.

27.12.2017
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Kubilay’ı Anma Gününde Ordu Spor Okulunda
23 Aralık 1930’da İzmir’in Menemen ilçesinde askerlik görevini yedek subay olarak yapan Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, gerici bir ayaklanma ile başı kesilerek şehit edilmişti.
23 Aralık 2017 günü, Kubilay’ı Anma Günü Silahlı Kuvvetler Spor Okulunda gördüğüm bir olayı anlatmak istiyorum.
Asker oğlumdan dolayı askeri kartım var, o nedenle fırsat buldukça orduevi ve spor okuluna gider kondisyon aletleri ile spor yapmaya çalışırım.
Bildiğiniz gibi hükümetin ve Genel Kurmayın istemi ile bazı ordu evleri ile tesislerinde mescitler açılmıştı.
İşte fırsat buldukça ve de 23 Aralık günü gittiğim KKK nın karşısındaki Spor okulunda hiç görmediğim ve tuhafıma giden bir olaya rastladım.
Kubilay olayından sonra aradan geçen 87 yılda olayın perde arkasındaki süreci halen anlayamayan bizler, benzer tuzaklarla yine karşı karşıyayız. İrticanın başı Feto’ya, irticaya kol kanat gererseniz, onu kollayıp büyütürseniz, sonuçta 15 Temmuz 2016 daki gibi şoka uğrarız, bizi dünyaya rezil eder. İrticayla ak güne çıkan bir toplum yok, bir devlet de yoktur dünyada. Öyleyse dincilik adı altında irticaya kol kanat germeyelim. Neyse devam edelim.
O gün spor çantam sırtımda, spor okulunun kontrollü girişinden herkes gibi kartımı okutup girdim. Benden önce, biri şalvarlı, uzun sakallı, başında bir terlik gibi bir şey ve etrafına şal gibi bir şey sarılı derviş veya şeyh kılıklı biri; yanında normal kıyafetli ile eli çantalı olmak üzere iki kişi merdivenleri tırmanarak yukarı çıkıyorlardı. Kendi kendime, bunlar buraya nasıl girmişler, diye sordum.
Kondisyon salonunda zaman zaman karşılaştığım, beraber spor yaptığımız bir emekli albay da merdivenden inip bahçedeki kafeteryaya gidiyordu. Yanımdan geçerken, o irticacı kılıklı kişilerin arkasına baktı ve “bu ne yav tabur imamı mı tayin oldu, bu ne kılık” diyerek söylenerek yürüdü. Vakit öğlen ile ikindi arasında bir zamandı.

Kubilay’ı Anma Gününde Ordu Spor Okulunda
On yıldan fazla bir zamandır, temizlik ve düzenine hayran olduğum askeri spor ve sosyal tesislerine gidip gelirim, ama böylesine beni şaşırtan, hüzünlendiren bir manzara ile karşılaşmadım. Her etkinlikten ve yemekten sonra kendi kendi kendime, Tanrım ordumuza, milletimize yokluk ve sıkıntı verme, Tanrımıza hamdolsun, milletimiz var olsun”diye dua ederim.
Sahiden dua dedimse, askerlerin yemek duasında “Tanrımıza hamdolsun” sözlerindeki “Allah’ımıza hamdolsun” şekline dönüştürülürken neden “Tanrı” sözcüğü ısrarla “Allah” sözcüğünün söylenmesi isteniyor. Her millet Allah’ı-Tanrı’yı bilir ama kendi diliyle söyler, öyle iman eder. Tanrı sözcüğü Öztürkçedir; Orta Asya’da iken atalarımız “Tengri” “Tanrı” derlerdi, Tanrı Dağları oradan gelir. Bunu yadırgadık doğrusu. Her şeyimizi Arap’a, Arap diline dönüştürmek zorunda mıyız; Arapça ibadet de etmek zorunda da değiliz.
Sanki gelecek başka bir gün yokmuş gibi, Kubilay’ın anma gününde, askeri bir sosyal tesisindeki mescide özellikle uzaklardan namaz kılmaya gelmek de ne oluyordu. Hele gelenlerden biri, inanın Kubilay’ı kesenlerin kılığında idi. Acaba bir nabız mı yokluyorlardı, bir şey mi provoke ediyorlardı.
Sanki namaz kılacak başka yer bulamamış gibi, sanki gizli bir maksatla olsa gerek, uzaklardan iki rekât namaz kılmaya gelmişlerdi.
Kendi kendime, hey rahmetli Atatürk, nerede kılık kıyafet kanunu, nerede devrimler, diye söylendim durdum. On yıl önceye kadar önce, ordunun sosyal tesislerine böylesine şalvarlı, sakallı girmek şöyle dursun, hafif sakallı, üç beş günlük sakalı çıkmış kimseleri nöbetçiler içeri almazlar veya almak istemezler, nöbetçiler, onu kırmamak için “komutanım galiba tıraş olmaya geldiniz” diyerek ima yollu uyarırlardı. Hatta bazı sakalı üç beş günlük olmuş emekli veya çalışan subay, astsubayları nizamiyeden nöbetçiler sokmazdı eskiden.
Kubilay’ı Anma Gününde Ordu Spor Okulunda
Onlar önde ben arkada merdivenden çıkıp girişten alt katta bulunan mescide doğru yürüdük,  onlar mescide girdiler; ben de arkalarından mescidin yanındaki kondisyon ve soyunma-giyinme-duş bölümlerine geçtim. Spor kıyafetimi giymek üzere giysilerimi değiştirirken, o iki kişi tuvaletler bölümüne arka arkaya girdiler, abdest aldılar tekrar mescide girdiler. Onlar muhtemelen iki rekât namaz kıldıktan sonra çıkıp gittiler. Kendi kendime, keşke arkalarından da olsa cep telefonumla bir resimlerini çekse idim, diye sonradan hayıflandım. Sanki başka yerlerde namaz kılacak yer bulamamışlar gibi, Kubilay’ın yıldönümünde, spor okulunun içindeki mescide namaz kılmaya gelmişler.
Dincilikle Devlet Kalkınamaz, Bilim Ve Teknoloji İle Kalkınır.
Şimdi buraya bir mim koyalım ve yukarıya doğru çıkalım. Devletin başındaki yönetici RTE, iktidara geldikten sonra “dinci kinci nesil yetiştireceğiz” derken, Atatürk’ün laik devlet düzenine ihanet ederken, Milli Savunma Bakanı İmam Hatip Mezunu, imam hatip kökenli milletvekilleri bakan yapılırken, imam kökenlileri devlet kadrolarına yerleştirilirken biz nasıl bir çağdaş devlet olacağız. Bakıyorsunuz Dış İşleri Bakanı “imam hatiplerin sayısını artıracağız” diyor.  Bakıyorsunuz, iktidarın atadığı Genel Kurmay Başkanı cami yapma yarışına katılıyor. Kayseri Milli Eğitim Müdürü Osman Elmalı bir toplantıda “Kayseri ilimizde 1036 derslik, 34 okul ihtiyacımız var” demekte. Demek ki, camiden çok okula gereksinim var.(1)
Namazı istediğiniz yerde kılabilirsiniz, ama çocukları okul dışında bir yerde eğitilmesi çok zordur, mümkün de değildir. Öyleyse Sayın Genel Kurmay Başkanımız Akar, keşke ihtiyaç duyulan okul yapımına destek verseydi. Ülkemizde cami yaptırmak için nice vakıflar, dernekler, cemaatler, topluluklar varken, cami yaptırmak Laik TC nin Genel Kurmay Başkanına mı kalmış. Bu cami yaptırma işine karışan Genel Kurmay Başkanı için, bazıları “emekli olunca AKP den milletvekilliğine hazırlanıyor”  diyorlardı.
Kubilay’ı Anma Gününde Ordu Spor Okulunda
Öte yandan, Ege de Yunanistan, adacıkları, kayacıkları çalarken hiç laf bile etmiyorlardı.
Dünyada salt dincilikle refaha ermiş, çağdaşlaşmış, aydınlanmış bir tane ülke yok.  Yukarıdakiler, aşağıdakiler şunu iyice bilmeliler ki, ülkenin orasına burasına Taksim’e, Opera Meydanına, Çamlıca tepesine vb yerlere en lüks cami yaptırmakla, oraya buraya en lüks imam hatip yaptırmakla ülke asla kalkınamaz. Ülkeler bilim ve teknolojiye önem vermekle ancak kalkınır. Çağdaş uygarlığın zirvesinde olan Batı ülkeleri, Japonya oraya buraya kilise yaptırmakla mı, oraya buraya din okulu yapmakla mı o çağdaşlığa ulaştılar. Aksi halde ABD nin, AB nin öteki çağdaş ülkelerin sömürgesi, uşağı olunur. Şimdiki acı gerçek böyle değil mi?
Bizi de, Atatürk’ün getirdiği çağdaş laik devlet düzeninden saptırıp geri kalmış öteki Müslüman devletlerin içine sürüklemekle, dinci bir devlet haline getirmekle ülkeye büyük zarar verilmektedir.
Dünyada 50 den fazla Müslüman devletlere bir bakar mısınız, hangisinde huzur var, hangisinde demokrasi var, hangisinde doğru düzgün insan hakları var. Aklı başında olanlar bu acı gerçekleri görmeliler, düşünmeliler. Terörün her çeşidi, Allah adına adam kesenler, canlı bombalar, ölüm, yıkım oralarda. Müslümanlar, emperyalistlerin ürettiği en modern silahlarla Müslüman halkları, birbirini durmadan kırıyorlar, böylece o silah üreten devletlerin oyuncağı oluyorlar.   Bütün Müslüman ülkelerden binlerce değil, milyonlarca insan yurdunu yuvasını terk ederek neden “gavur” dedikleri Batı ülkelerine gitmekteler? Çünkü onlar laiklik sayesinde, refahın, çağdaşlığın, düzgün adaletin, düzgün insan haklarının koruyucusu ve zirvesindeler. Onun için Müslüman ülkelerdeki çaresiz insanlar, laiklikle zenginliğin zirvesine çıkmış bu Batı ülkelerine gitmekteler, gitmek için de yollarda, denizlerde lastik botlarda can vermekteler. Batı ülkeleri, o refaha, o çağdaşlığa, o demokrasiye ancak laiklikle ulaşabilmişlerdir. Öyleyse Atatürk’ün ülkemize getirdiği, uyguladığı laikliğe daha iyi sarılalım. Kurtuluşun, aydınlanmanın tek yolu budur, laik düzenin dışındaki uygulama ve yönetimler bizi felakete götürür.

  Cevat Kulaksız

Cevat Kulaksız  
SONNOTLAR

(1)https://kayseri.meb.gov.tr/www/insaat-ve-emlak-dairesi-baskani-sayin-ozcan-duman-ilimizde-incelemelerde-bulundu/icerik/1119

Anayasa Mahkemesini Görevini Yapmaya Çağırıyoruz
Türk milleti adına yargı yetkisi kullanan Anayasa Mahkemesini,Türk Milletinin bir ferdi ve bir hukukçu olarak, anayasal görevini yapmaya çağırıyoruz.

Bizim bu çağrımız,sakın ola ki;birileri tarafından Anayasanın 138. maddesinde yer alan yargı bağımsızlığına ilişkin “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”kuralının ihlali olarak değerlendirilmemelidir.

Biz bu çağrıyı, demokrasinin ilkelerine ve anayasanın üstünlüğüne inanan elli yıllık bir hukukçu olarak ve bu kuralı bilerek,görevini yapmaktan kaçınan Anayasa Mahkemesini sadece görevini yapması için dile getiriyoruz.Anayasa Mahkemesi yargı görevini, tabiidir ki,hür ve bağımsız olarak yapacak, hukuka ve vicdani kanaatine göre kararını verecektir.

Konuyu anlamış olmalısınız. Konumuz OHAL KHK'larının Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olup olmadığına ilişkindir.

Evet, Cumhurbaşkanının başkanlığı altında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan OHAL KHK'ları; kural olarak, Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi değildir.Ancak bu kural;olağanüstü halin gerekli kıldığı konularla sınırlı olarak,
yürütmenin, olağanüstü halin ilanını gerekli kılan ve acilen düzenlenmesi gereken konu ve konularda,işin acili yetine binaen meclis tarafından çıkarılacak bir yasayı beklemeye tahammülünün olmadığı,gecikmesinde sakınca bulunan hallerde acilen çıkarması gereken ve özü itibariyle, olağanüstü halin gerekli kıldığı kanun hükmünde kararnameler için geçerlidir.

Kararnamenin, Cumhurbaşkanının başkanlığı altında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılması ve kapağındaki isminin de OHAL KHK olması, Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olmaması için yeterli değildir.Zira, her yetki gibi, OHAL KHK'larını çıkarma yetkisi de, kötüye kullanılabilir ve olağanüstü halin ilanının gerekli kıldığı acil ve gecikmesinde sakınca bulunan konular dışında kalan, olağan konulara ilişkin düzenlemeler de, OHAL KHK'sı adı altında yapılabilir.

Nitekim siyasal iktidar, Türkiye Büyük Millet Meclisini devre dışı bırakmış ve birçok olağan düzenlemeleri de,olağanüstü hal KHK'sı adı altında, OHAL KHK'ları ile yapmış ve yürürlüğe koymuştur.

Anayasa Mahkemesinin,OHAL KHK' larının içeriğine bakmadan,bu kararnamelerin kapağını açıp içeriğini incelemeden, kararname içeriğindeki olağan hallere ilişkin hükümleri bir kenara ayırıp değerlendirme yapmadan,sadece kararnamelerin kapağındaki isme bakarak, ben OHAL KHK'larını denetleyemem dediği için, şu anda sistem tıkanmış,OHAL KHK'ları adı altında, olağanüstü halin gerekli kıldığı konuların dışındaki düzenlemeler için çıkarılan kararnameler için yasal bir başvuru yolu kalmamıştır.

Oysa ki;Anayasa Mahkemesi, daha önceki OHAL dönemlerinde çıkarılan OHAL KHK'larının içine, anayasaya aykırı olarak serpiştirilen olağan hallere ilişkin düzenlemeleri incelemiş ve olağanüstü halin ilanını gerekli kılan haller ile ilgisi bulunmayan olağan hallere ilişkin hükümleri iptal etmiş ve görevini yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi; önceki tutumunu değiştirerek,bu ayrımı yapmadan, önüne gelen OHAL KHK'larını sadece kapağındaki ismine bakarak, ben bu konuda yetkisizim gerekçesiyle,önüne gelen başvuruları reddetmek suretiyle çok açık bir şekilde görevini ihmal etmekte,kötüye kullanmakta, suç işlemekte ve kullanılması kendisine emanet edilen Türk Milletinin anayasal yargı yetkisinin önünü tıkayarak, Türk Milletini mağdur etmektedir.

Bu konu bir içtihat meselesi de değildir.Anayasa Mahkemesi,ben önceki içtihadımı değiştirdim diyemez. Anayasa çok açık, OHAL KHK'ları, sadece olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konularda çıkarılabilir,anayasanın bu sınırlayıcı hükmü, Anayasa Mahkemesini, ismine bakmadan, anayasaya aykırı olarak OHAL KHK'larının içine serpiştirilen olağan hallere ilişkin düzenlemeleri incelemekle görevli ve yetkili kılmıştır.Olağan KHK'ları da, meclisin çıkardığı bir yetki yasası ile bakanlar kurulunu açıkça  yetkilendirdiği konularla sınırlı olarak çıkarılabilir,yetki kanununda yer almayan ve yer alsa da özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin olan olağan KHK hükümleri, nasıl Anayasa Mahkemesi tarafından incelenerek iptal edilmeye mahkum ise, OHAL KHK'larının, anayasanın amir hükmü olan,olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konuların dışına çıkan hükümlerinin de, Anayasa Mahkemesinin denetimi sonunda iptal edilmeleri,anayasal bir zorunluluktur.

OHAL KHK'sı ismi altında çıkarılan bir kararnamede,örneğin;taşeron işçilerin kadroya alınması,Gemlik ilçesinin yerinin değiştirilmesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyelerine ve emeklilerine milletvekilleri gibi sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının verilmesi,kış lastiği takılması gibi, olağanüstü halin ilanını gerekli kılan konularla yakından uzaktan bir ilgisi bulunmayan,acil olmadıkları için meclisin çıkaracağı yasa ile düzenlenmeleri gereken,olağan hallere ilişkin hükümlerin ne işi vardır Allahınız aşkına?

Anayasa Mahkemesinin değeri ve önemi; olağan dönemlerden ziyade, olağanüstü dönemlerde daha çok öne çıkmaktadır. Olağanüstü hallerde,olağanüstü halin kötüye kullanılmasının önüne geçerek, olağanüstü hal dönemini,anayasaya ve  amacına uygun,yumuşak ve zararsız bir şekilde atlatmak, ancak Anayasa Mahkemesinin görevini yapmasıyla mümkün olabilecektir.

Bu nedenle, Türk Milletinin bir ferdi ve bir  hukukçu olarak;Anayasa Mahkemesini, alenen görevini yapmaya,Türk Milletinin emanetine (yargı yetkisine)sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Güner Yiğitbaşı

26/12/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Torpili Nasıl Önledim (Anı)
Torpilin sözlük anlamı: Bir kimseyi kayırmak, ayrıcalık yapmaktır.
Torpilin bu anlam bile insanın adalet duygularını incitme, hak ve hukuku yok etmeye yeterlidir.
Birini kayırmak, ayrıcalık yapmak bir başkasının hakkını yemektir.
Bilindiği gibi ülkemizde torpil her dönemde kullanılan, bu nedenle hakkı olmadığı halde birçok insanın bu yolla birçok yararlar sağladığı bir yoldur.
Bütün meslek yaşamım boyunca asla torpille iş yapmak isteyenlerin işlerini yapmadım. Şunu gururlanarak söyleyebilirim, farkında olmadan yaptığım hataların dışında hiç kimsenin hakkını yemedim.
Yıl 1971, Çankırı/Eldivan’da göreve başlayalı 5 veya 6. Ay içindeyim. Üç Avukat olmayan İlçelerde yurttaşların mahkemedeki avukatlığını herhangi bir tahsil koşulu olmayan dava vekilleri yapıyorlardı.  Bir gün dava vekilliği yapan İ. C. elinde bir dilekçe ve iki yurttaşla birlikte içeri girdi. Buyurun ne istiyorsunuz dediğimde, “Efendim bu iki kardeş ile burada olmayan üçüncü kardeşleri orman suçundan 3’er ay ceza almışlar, iş mevsimi olması nedeniyle cezanın birkaç ay ertelenmesini istiyoruz” dedi.
Bu isteği ile C.’in yurttaşlara “ben size Savcıdan izin alırım” diye dilekçe yazıp paralarını aldığını ve aklınca onlara torpil yapmaya geldiğini anladım.
Benim anlayışıma göre bu istek her yurttaşın yasal hakkıydı. Ancak istemesini bilmek gerekiyordu.
Bu yurttaşlar, bu yasal hakkını istemesini beceremeyip torpil kullanma yolunu seçtiklerinden, bu yasal haklarını onlara öğretmem gerekiyordu.
Dilekçeyi aldım ve C.’e, dava sırasında senin bu yurttaşların dava vekili miydin? Diye sordum. Yanıt olarak “hayır efendim değildim” dedi.
Eğer yanıt olarak evet deseydi, infaz durumlarıyla ilgilenmesi doğaldı ve ben düşüncemde yanılmış olacaktım. Ancak “hayır” demesiyle düşüncemde haklı olduğumu anladım.
Bu yanıttan sonra iki yurttaşa döndüm. Bakın beyler, ben size hizmet için burada görev yapıyorum, siz kendiniz gelseydiniz, duruma bakar gerekirse size izin verirdim. Bu izini istemek sizin yasal hakkınızdır. Ancak bu hakkınızı torpil kullanmak yoluyla kötüye kullanıyorsunuz. Onun için size izin vermiyorum dedim.
Onlar, kem küm mazeret uydurmaya çalışırken, ben zile basarak odacıyı çağırdım. Gelen odacıya bana Jandarma Komutanını çağır dedim.  Komutanın dairesi ayni katta bina içinde yirmi metre ötedeydi, hemen geldi. Komutan bu arkadaşları al hemen Cezaevine götür dedikten sonra, o iki yurttaşa da yarın diğer kardeşiniz bana gelsin dedim.
Tüm ısrarlarına karşın bu iki yurttaşın isteklerini kabul etmeyerek Cezaevine gönderdim.
İkinci gün sabah mesaiye giderken bir kişinin kapımda beklediğini görünce, niye bekliyorsunuz diye sorduğumda, “Efendim dün kardeşlerimi” demeye başlayınca lafını kesip tamam anladım diyerek yazmanımı (kâtip) çağırdım, al bu yurttaşı kaleme götür, dilekçesini yaz, güvence (teminat) almadan (İnfaz ertelemesinde belli bir parayı güvence olarak alıyorduk, izin bitiminde mahkum gelmediğinde bu güvence parası hazineye gelir kaydediliyordu. Zamanında gelip teslim olduğunda kendisine geri veriliyordu) ne kadar izin istiyorsa (yasaya göre infazı 4 ay erteleme yetkim vardı) kararını yaz getir talimatını verdim. Yurttaşa da, kardeşlerin torpil kullanmak istedikleri için onlara izin vermedim diye açıklamada bulundum.
Bu olay kısa sürede Eldivan’da, “Savcı torpil kabul etmiyor” diye yayıldı ve görev yaptığım üç yıl içinde bir daha kimse torpil için gelmediği gibi, işi olan herkes rahatlıkla kapımı çalarak derdini anlatabildi.
Bende bunun mutluluğunu yaşadım.

26.12.2017
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Gündüz Akgül

Gerçek Paralel Devlet İşte Budur!...
Herkesin anlayacağı dille çok veciz bir şekilde ifade etmek gerekirse, devlet denilen teşkilatın kuruluş felsefesi,amacı ve teorisi nedir?  Toplumlardaki kaosu,kargaşayı, kaba kuvveti engellemek, insanların  can ve mal güvenliklerini güvence altına almak,güçlünün güçsüzü ezmesinin ve sömürmesinin önüne geçmek amacıyla, konulacak kurallarla, toplumların güvenli ve düzenli bir şekilde yaşamlarını sürdürmelerinin sağlanmasıdır.

Bu nedenle, devletlerin; o devleti oluşturan tüm kişiler tarafından uyulması zorunlu kurallarını yapan,bu kuralları uygulayan yasama ve yürütme organları, yürütme içinde de, güvenlik güçleri,kuralları çiğneyenleri adil bir şekilde yargılan yargı organları vardır.

Yasama,yürütme ve yargı yetkisi, adına devlet denilen bu teşkilatın uhtesinde ve tekelindedir.Devletin,başka bir ifade ile  milletin, yetkili organlar eliyle kullandığı bu yasama,yürütme ve yargı yetkisi başka bir kişiye,kişilere ve örgütlere devredilemez.

Bu itibarla, resmi bir sıfat taşımayan ve resmi bir görevi yerine getirmekle görevli ve yetkili olmayan hiç kimse; meşru müdafaa,zaruret hali ve sair Türk Ceza Kanununun izin verdiği haller dışında,hangi amaç ve nedenle olursa olsun, durumdan vazife çıkararak,devletin ve devletin yetkili organ ve kuruluşlarının tekelinde olan, insanların can,ırz ve mal güvenliklerini yok eden ve veya tehlikeye atan hiçbir yasa dışı eylemde bulunamaz, güç kullanmaz.

Hal böyle iken; 24.12.2017 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 696 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmündeki Kararnamenin 121. maddesi ile  8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında  Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine ikinci fıkra olarak eklenen; “ (2) Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın,15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır” yani, bunların; darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında gerçekleştirdikleri fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.
şeklindeki düzenlemeyi hukuken izah edebilmek mümkün değildir.

Bu tür bir düzenleme;devletin tekelinde olan,darbelerin ve  terörün önlenmesi, toplumun güvenliğinin ve huzurunun sağlanması görev ve yetkisinin, bu konuda hiçbir resmi sıfatı ve görevi olmayan kişi veye kişilere devri olup, bu hüküm iledir ki, asıl paralel devlet yapılanmasının önü açılmıştır.

Bu düzenleme çok vahim ve tehlikeli bir düzenlemedir.

Bu hükme dayanarak durumdan vazife çıkaran bazı kişiler; olağanüstü hal devam ettirildiğine göre,  olağanüstü hal koşulları ve darbe tehlikesi halen devam etmektedir, bu nedenle darbe teşebbüsü ve terör eylemlerinin devamı niteliğindeki muhtemel eylemlerin bastırılması adına bir örgüt kurmak için bir araya geldik ve silahlı bir örgüt kurduk bahanesiyle silahlanarak bir araya gelip örgüt kurarlarsa ve iktidarın da, kendilerine muhalif olan, icraatlarına destek vermeyen ve eleştiren,barışçıl protesto haklarını kullanan herkesi, darbeci ve Fetöcü ilan etmeleri nedeniyle;örgüt kuran bu kişilerin, iktidarın darbeci olarak yaftaladığı muhaliflere yönelik silahlı veya silahsız şiddet eylemlerine başvurmaları halinde,bu KHK hükmü karşısında, bu saldırganların hukuken sorumsuz  oldukları kabul edilebilecektir.

Bu ülkenin yargısı siyasallaşmış ve öyle bir hale gelmiştir ki; mahkemelerimiz, yürütmenin başı olan şahsın milat olarak kabul edip açıkladığı 17/25 Aralık tarihini,kendisi hiçbir yorum katmadan, doğrudan milat olarak kabul edip kararlarına esas almakta ve yine yürütmenin başı olan kişinin belirlediği ismi de, örgütün ismi olarak kararlarına esas almaktadırlar.

Şimdi siyasallaşan yargının içinde bulunduğu bu koşullarda; 696 sayılı OHAL KHK'yı çıkaran ve 121 maddesi ile sivillere insan hak ve özgürlüklerine,anayasaya ve demokrasiye aykırı olarak güç kullanma yetkisi tanıyan iktidar gücü; kişilere yönelik olarak şiddet uygulayan ve eylem yapan faillerin bu şiddet eylemlerinin, darbe teşebbüsünün devamı niteliğindeki bir eylemin bastırılması kapsamında olan bir eylem olduğunu açıkladığı taktirde, yargının eli kolu bağlanmış olacaktır.

Bu nedenle, siyasal iktidar; demokrasi,insan hak ve özgürlükleri,kişilerin can ve mal güvenlikleri açısından,çerçevesi belli olmayan,ucu, her türlü yorum ve değerlendirmeye açık çok tehlikeli bir düzenlemeye imza atmıştır.

Umarız bu yanlıştan kısa sürede dönülür.

25/12/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Güner Yiğitbaşı

Bir kere olsun yanılmak isterdik sayın Erdoğan!..
ERDOĞAN'ın samimiyeti konusunda bir kere olsun  yanılmak isterdik ama, sağ olsun ERDOĞAN bizi yine yanıltmadı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun; Kudüs konusunda almış olduğu,Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğuna ilişkin ABD Başkanı Trump'un açıkladığı kararı ret eden ve yok sayan kararı üzerine, memnuniyetimizi belirten ve bu kararın alınmasında Türkiye Cumhuriyetinin ve onun Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'ın öncü çabalarını öven, bir önceki “YANLIŞ HESAP BAĞDAT'TAN DÖNER” başlıklı makalemizde, aynen şöyle yazmış idik;” Ancak, bu kararın alınmasında önayak olarak çaba sarf eden Sayın ERDOĞAN; Birleşmiş Milletlerin bu kararını,asla  iç politikada propaganda aracı olarak kullanmaya kalkışmamalı, bu kararı yaklaşan seçim meydanlarında ve muhtarlar toplantılarında atacağı siyasi nutuklarına meze yapmamalıdır. Aksine davranış, bu çabalarının, Dünya ve Ortadoğu barışının sağlanması adına yapılan samimi çabalar olmadığı sonucunu doğurur ki, ortaya çıkacak olan böyle bir sonuç ne ülkemize, ne de ERDOĞAN'a bir yarar sağlar. Aynı şekilde, görsel ve yazılı yandaş basın da,Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Kararını istismar ederek; bu kararı, AKP'nin ve ERDOĞAN'ın şahsi bir zaferi ve başarısı olarak vurgulamaya ve yaygara yapmaya asla yeltenmemelidir. Bu başarı; içeride, muhalefetiyle ve  iktidarıyla Türkiye'nin ve Türk siyasetinin, dışarıda ise, tüm Dünya devletlerinin bir başarısıdır.”

Bu makalemizin henüz mürekkebi dahi kurumadan,Sayın ERDOĞAN; Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun Kudüs konusunda almış olduğu kararı, iç politika malzemesi olarak kullanmaya,karar ile itibarı sarsılan süper güç ABD Başkanı Trump'u, hiç gereği yokken tahrik edici beyanlarını sürdürmeye başladı bile.

Gerçekten, ERDOĞAN'ın; Hakkari ve Şırnak AKP il kongrelerinde bu konuya ilişkin olarak bugün yaptığı konuşmaları televizyondan duyunca hiç de hayret etmedik, ERDOĞAN'ın eski ERDOĞAN olduğuna ve bizi yine yanıltmadığına, bir önceki makalemizde yaptığımız uyarılarda ne kadar haklı olduğumuza tanık olduk ve üzüldük tabi.

Erdoğan, Birleşmiş Milletlerin kararından önce, en başta Papa olmak üzere bazı devlet başkanlarıyla yaptığı telefon görüşmelerini, yaptığı kulis çalışmalarını  kamu oyuna açıklıyor,yine dünyanın beşten ve birden büyük olduğunu,bu BM kararıyla ABD ve Trump'a ders verildiğini belirterek,Birleşmiş Milletlerin kararı üzerinden, partisinin ve kendisinin propagandasını yapıyor ve samimiyet testini kaybediyordu. Başbakan durur mu hiç, oda bir başka yerde, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun Kudüs'e yönelik kararı üzerinden partisine pay çıkaran konuşmalar yapıyor.

Burada bir konuya daha dikkat çekmek istiyoruz.

Evet, ABD ve onun başkanına hak ettiği ders verilmiştir ve iyi de olmuştur.Ancak,bu konuyu tadında bırakmaz ve sürekli tekrarlayarak kaşımaya ve ABD'yi tahrik etmeye devam edersek,bundan ülke olarak zarar gören biz olabiliriz.İster kabul edin ister etmeyin,ABD bugün dünyanın süper güçlerinden biri ve bizden çok güçlü bir devlet, Irak tezkeresinin tarihi ve ülkemiz yararına olarak reddi üzerine başımıza gelenleri,Türk askerinin başına geçirilen çuvalı ve ülkemize uygulanmak istenen ambargoyu unutmayınız.

Şu anda,Irak ve Suriye'nin kuzeyindeki PKK uzantısı PYD  ve YPG varlığının, ABD tarafından desteklendiğini,ağır silahlarla donatıldığını,adeta müttefik kabul edildiğini unutmamak gerekiyor.Afrin'deki PKK/PYD varlığına son vermek için bir Afrin harekatı gündemde iken, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda alınan mağlubiyet ile onuru kırılan çılgın Trump'un;BM'nin aldığı Kudüs kararı nedeniyle sürekli ajite edilmesi halinde,ülkemizin ileride girişeceği bir Afrin harekatında, ülkemize karşı takınacağı olumsuzlukları ve engellemeleri düşünmek dahi istemiyoruz.

Aman ha dikkat.Unutun artık Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun Kudüs kararını,ayrıca bu kararın bir yaptırımının da olmadığını asla unutmayınız.

En önemlisi de; günah da gizli, sevap da gizli değil midir beyler?

23/12/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Güner Yiğitbaşı

Yanlış Hesap Bağdat'tan Döner - Güner Yiğitbaşı
Bizim güzel olan ata sözlerimizden biri de;“Yanlış Hesap Bağdat'tan Döner” sözü olup,bu sözü bilmeyen yoktur.

Bu atasözünü niçin gündeme getiriyoruz?

Sanırım hepiniz tahmin etmişsinizdir.

Hani şu ABD'nin, Dünyanın baş belası olmaya aday Başkanı Trump var ya;onun tarafından tek yanlı olarak alınan, “Kudüs İsrail'in başkentidir” kararına yönelik yanlışlığın,haksızlığın ve hukuksuzluğun, ABD'nin vetosu nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından düzeltilememesi üzerine, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kuruluna sunulan, Trump tarafından alınan bu kararın geçersizliğine ve  tanınmamasına yönelik karar tasarısı,dün Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda oylanarak, üye 172 ülkeden 128'inin,karar tasarısına olumlu oy vermeleri sonucunda, Trump tarafından alınan, Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğuna ilişkin kararı, Uluslar arası hukuk açısından geçerliliğini tamamen yitirmiştir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun almış olduğu bu karar;Birleşmiş Milletler Teşkilatının yüzünü ağartan,iyi ki böyle bir Dünya teşkilatı varmış dedirten olumlu ve sevindirici bir karardır.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda; oylamaya sunulan  karar tasarısı için, ABD aleyhinde ve karar tasarısının kabulü yönünde oy kullanan ülkelerin ne kadarının verdikleri oylarda samimi olduklarını,bazı devletlerin, özellikle Trump'un, oylama öncesinde,oy kullanacak üye ülkelere yönelik sarf ettiği tehditkar sözlerinin de gündeme düştüğü günün koşullarına göre, ABD ve onun başkanına yönelik olarak oluşan tepkilerle prestijlerini düşünerek oy kullanıp kullanmadıklarını bilemiyoruz, ancak, ABD ve onun politikalarına kendi çıkarları için sempati duyan ABD yandaşı çoğu ülkenin de, bu karar tasarısının lehine oy kullandıklarına bakacak olursak,bu oylama sonucunun samimiyetini, şu anda tam ve sağlıklı olarak kestirebilmek mümkün değildir.Bu samimiyeti, zaman içinde hep birlikte göreceğiz.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun almış olduğu kararda;Trump'un, “Kudüs İsraiklin başkentidir” kararını açıklamasından sonra bu karara karşı çıkan ve dönem başkanı olarak, derhal İslam İş birliği Teşkilatını İstanbul da toplayarak süreci başlatan ülkemizin Cumhurbaşkanı  ERDOĞAN'ın ve Türk Dışişlerinin  çabalarını görmezlikten gelemeyiz,bu çabaları biz de taktirle karşılıyoruz.

Ancak, bu kararın alınmasında önayak olarak çaba sarf eden Sayın ERDOĞAN; Birleşmiş Milletlerin bu kararını,asla  iç politikada propaganda aracı olarak kullanmaya kalkışmamalı, bu kararı yaklaşan seçim meydanlarında ve muhtarlar toplantılarında atacağı siyasi nutuklarına meze yapmamalıdır. Aksine davranış, bu çabalarının, Dünya ve Ortadoğu barışının sağlanması adına yapılan samimi çabalar olmadığı sonucunu doğurur ki, ortaya çıkacak olan böyle bir sonuç ne ülkemize, ne de ERDOĞAN'a bir yarar sağlar.

Aynı şekilde, görsel ve yazılı yandaş basın da,Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Kararını istismar ederek; bu kararı, AKP'nin ve ERDOĞAN'ın şahsi bir zaferi ve başarısı olarak vurgulamaya ve yaygara yapmaya asla yeltenmemelidir.

Bu başarı; içeride, muhalefetiyle ve  iktidarıyla Türkiye'nin ve Türk siyasetinin, dışarıda ise, tüm Dünya devletlerinin bir başarısıdır.

22/12/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu



“Asgari Ücret Fedakarlık Değildir”
Disk: “Asgari Ücret 2300 Tl Net Olmalıdır” Diyor
Eski Disk Başkanlarından Abdullah Baştürk’ün 26. ölüm yıl dönümünde Disk üyeleri Ankara Ulus Meydanında asgari ücretin 2300 lira olması için basın açıklaması ve eylemi yaptı.
Disk İşçileri adına Ankara Bölge Temsilcisi Tayfun Görülü, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganları arasında konuşma yaparak asgari ücretin 2300 lira olmasını istedi. Konuşmasında şunları söyledi:
“Disk Federasyonu Genel Başkanı Abdullah Baştürk, 26 yıl önce bu gün hayata gözlerini kapatmıştı. Abdullah Baştürk, yüz binlerce işçiyi Genel iş ve Disk’te buluşturan liderimizdir ve işçi haklarını, emeğin onurunu alanlarda, iş yerlerinde 12 Eylül zindanlarında işçi haklarını dimdik savunan bir liderimizdi. Genel Başkanımız Abdullah Baştürk 12 Eylül faşist yönetiminde Davutpaşa’da, Metris Ceza evlerinde sürünerek geçti, fakat her fırsatta orada işkence olduğunu, bu yönetimin haksız bir yönetim olduğunu, darbeye karşı teslim olmayacağımızı yüzlerine haykırdı. Abdullah Baştürk dört yıl iki ay hapislikten sonra tüm Disk yöneticileri gibi beraat ederek tahliye oldu, hapisten çıktı.
Abdullah Baştürk tüm yaşamını işçi sınıfına ve halkımıza adamıştır. Ülkenin büyük aydınlarından ve önemli hukukçusu Halit Çelenk şöyle diyor, Abdullah Baştürk için:
“Tüm yaşamını insanca yaşamasına adayan, insanı ve insan onurunu yücelten 12 Eylül Faşizminde Disk davasında yargılanan Abdullah Baştürk diye başlıyordu. İşte Türk işçisinin Genel Başkanı Abdullah Baştürk işte böyle anılıyor, Türkiye’deki insanlar tarafından. Abdullah Baştürk sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada uluslar ara bütün dünyada tanınan, ağırlığı olan saygı duyulan bir sendika lideri idi. Onun ölümünün 26. Yılında onu rahmetle anıyoruz. Onun mücadelesine bağlı kalarak devam etmek için bir kere daha söylüyoruz.


Disk: “Asgari Ücret 2300 Tl Net Olmalıdır” Diyor
ASGARİ ÜCRET FEDAKÂRLIK ÜCRETİ DEĞİLDİR
Türkiye’de her yıl bir sonraki asgari ücreti Aralık ayında tespit ediliyor. Milyonlarca çalışanı ilgilendiren 2018 asgari ücreti önümüzdeki günlerde belli olacak. Asgari ücret sadece ücretleri değil, bütün çalışanları ilgilendiriyor. Asgari ücretin artış tutarı tüm ücretler için belirleyici oluyor. Bu yüzden asgari ücret meselesi emeği ile geçinen herkesin meselesidir. Hükümet yetkilileri, 2018 yılı Asgari ücret çalışmalarına başlarken işçilerden fedakârlık isteyerek başladılar. Hâlbuki asgari ücret asla bir fedakârlık ücreti değildir. Ülkemizde daha fazla fedakârlık hep işçilere, daha fazla kar ise hep patronlara gidiyor.  Ülkemizde milyonlarca işsiz varken işsizlik fonu işverenlere teşvik aktarılıyor, vergileri büyük oranda emeği geçen işçiler öderken patronlar vergi indirimi ile vergi aflarıyla yollarına ve karlarına devam ediyorlar.
“Patronlara değil, emekçilere bütçe” sloganları
Vergiler, daha işçi cebine paralar girmeden kütür kütür vergiler kesilirken, iktidara yakın isimler paralarını vergisiz adalarına kaçırıyorlar. Milyonlarca işçi açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşarken, milyonlarca sendikasız işçi toplu iş sözleşmesiz çalışıyor. Çalışanların yüzde 30 sosyal güvenceden yoksundur; taşeron işçiler hukuk dışı biçimde kadrosuz çalıştırıldı. Ülkemizde işçiler Avrupa ortalamasının çok üzerinde sürelerle çalışıyor her ayında. Sadece 2017 yılının ilk 11 ayında en az 1851 işçi iş cinayetleri sonucunda maalesef yaşamını yitirdi. İşçilerin canları bile “feda” edilirken, bir avuç patronun “kar”ları habire habire artıyor.
BÜYÜMEDEN İŞÇİYE PAY YOK.
“ÖLÜMÜNE ÇALIŞMAK İSTEMİYORUZ”  sloganları konuşmacı şöyle devam etti:
Asgari ücret son yıllarda enflasyon üzerinde artsa da asgari ücreti büyümeden ve milli gelir artışından pay alamıyor. 2004 yılından bu yana asgari ücret milli gelir artışı karşısında sürekli gerilemiş ve 2004 teki düzeye göre yüzde 30 oranında azalmıştır. Ülkedeki tüm değerleri üreten işçiler, çok övünülen büyümeden pay alamamıştır.

ASGARİ ÜCRET ENFLASYON KARŞISINDA ERİDİ.
2017 yılında asgari ücrete yapılan zam enflasyon karşısında erimiş, işçilerin reel ücreti düşmüştür. Yüzde 3+3 zammı 2017 de hızla artan enflasyon karşısında erimesiyle, Asgari ücretin alım gücü düşmüştür. Asgari ücret döviz karşısında da ciddi bir erimeyle yüz yüze.


Disk: “Asgari Ücret 2300 Tl Net Olmalıdır” Diyor
“-YÖNETMELİK UYGULANMIYOR, İŞÇİNİN EMEĞİ GASP EDİLİYOR.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) her yıl tek bir işçinin asgari yaşam maliyetini hesap etmektedir. Ne hikmetse asgari ücret belirlenirken TUİK’in rakamlarına riayet edilmemekte, yönetmeliğe aykırı biçimde asgari yaşam maliyetinin altında bir asgari ücret belirlenmektedir.
İŞÇİDEN KESİNTİ, PATRONA DESTEK OLMAKTA! 
“-Açlık sınırının altında asgari ücret olmaz! Asgari ücret geçim ücreti olmalıdır!
Asgari ücret geçim ücret olmalıdır.
Şayet ülke büyüyorsa, ekonomi iyi durumdaysa işçiler de payını almalıdır.
Asgari ücret tümüyle vergi dışı bırakılmalıdır”.
Asgari ücret enflasyon karşısında korunması için,
Asgari ücretin milli gelir artışından yararlanması için,
Asgari ücretin geçim ücreti olabilmesi için,
Asgari ücrette yaşanan kayıpların giderilmesi için, ASGARİ ÜCRETİN 2300 lira net olmalıdır”.
Bunları, Ulus Meydanındaki Atatürk büstünün önünde derleyip ayrılırken, yaşlı bir adam yaklaşıp bana şöyle dedi: “Efendi bu adamlar neye bağırıp çağırıyorlar, ne istiyorlar”  dedi. Ben de, para istiyorlar, amca, dedim. Adam, “herkes para ister gardaşım” dedi, şaşkın yüzüme baktı ben de ayrıldım.

Cevat Kulaksız  

Cevat Kulaksız

Demokratik Evrensel Değerler - Güner Yiğitbaşı
Adalet, hak, hukuk,yargı bağımsızlığı, güçler ayrımı, düşünce ve düşünceyi açıklama ve basın özgürlüğü en başta olmak üzere tüm insan hak ve özgürlükleri gibi demokratik ve evrensel kavram ve değerler, günümüzde demokrasilerin olmazsa olmaz vaz geçilemez değerleridir.

Bu değerleri evrensel kılan nedir?

Bu değerlerin, kendisini demokrasi ile tarif eden tüm ülkelerde aynı şekilde tanımlanarak, bu tanıma uygun bir şekilde uygulanıyor olmalarıdır.

Bu itibarla, bir ülke şayet demokrasi ile yönetiliyorsa, o ülkeyi yönetenlerin, demokrasinin bu değerlerine sahip çıkma ve ülkeyi bu değerlere uygun bir şekilde yönetme yükümlülükleri vardır.

Demokrasinin var olduğu söylenen bir ülkenin yöneticileri, ilk önce kendi ülkelerini yönetirlerken demokrasinin tüm değerlerine sahip çıkarak bu değerlere saygı göstermelidir ki; günün birinde,bu değerlerin ihlal edildiğini gördükleri diğer ülkelere yönelik olarak eleştirel söz söyleyebilsinler ve yaptıkları bu eleştirilerin bir samimiyeti, değeri ve anlamı olsun.

Bugün,Sözcü Gazetesinin başyazarı Sayın Rahmi TURAN'ın gazetedeki köşe yazısını okuduktan sonra, bunları düşünmeye başladık.

Sayın Rahmi TURAN yazısında, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'ın; “ Anadolu Dünya Dolu “ programında yaptığı konuşmasında yer alan, “Kudüs adaletsizliğin yaşandığı bir yer haline gelmiştir,adalet yoksa zulüm vardır” sözüne yer vermiştir.

ERDOĞAN'ın, “adalet yoksa zulüm vardır” sözü çok doğrudur. Biz de aynen altına imzamızı atıyoruz.

Gerçekten; adalet niçin vardır,keyfiliği önlemek,insan hak ve özgürlüklerini teminat altına almak suretiyle zulmü önlemek için vardır.

Ancak, adalet; ERDOĞAN'ın iddia ettiği gibi, Kudüs için gerekli olduğu kadar, ülkemiz için de gerekli olan bir değerdir. Ülkemizde de adaletsizlikler yaşanırsa, Kudüs te olduğu gibi zulmün varlığını da kabul etmek gerekecektir.

Peki, bugün için ülkemizde adalet var mıdır, adaleti sağlamakla görevli olan yargı,bağımsız ve tarafsız mıdır?

Bu sorumuzun çok açık olan cevabını, siz okurlar veriniz lütfen.

Demokrasinin en önemli ilkelerinden biri de hepinizin bildiği gibi, çoğulculuktur.Bu nedenle demokrasi; sadece bir kişinin veya tamamen tersi, bir azınlığın veya çoğunluğun düşüncelerine değil, her düşünceye değer veren ve saygı gösteren bir rejimdir.Bu itibarla, biz Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'ın; zaman, zaman Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin sadece beş daimi üyesine tanınan ve bu beş daimi üyesinden birinin dahi  karşı çıkmasıyla, Güvenlik Konseyinin karar almasını imkansız kılan veto hakkına yönelik eleştirilerine, Dünya beşten büyüktür sözüne,çoğulculuk ilkesi adına aynen katılıyoruz, ancak Birleşmiş Milletlerde çoğulculuğu savunan Sayın ERDOĞAN'ın; ülkemizde, tek adam olarak bütün yetkileri kendi elinde toplamasını, örneğin ülkedeki motorlu araçların cam filmleri konusunda dahi tek başına karar alıp açıklamasını anlayamıyoruz. Biz de diyoruz ki; Türkiye birden büyüktür.

Aynı şekilde,ERDOĞAN'ın; Trump'un, Kudüs'ü İsrailin başkenti olarak tanımasından sonra Filistin tarafından İsrail'e yönelik olarak  ilan edilen intifada sırasında 16 yaşındaki Filistinli bir çocuğa İsrail askerleri tarafından uygulanan şiddet hareketini terör olarak kabul ederek,İsrail'i bir terör devleti olarak tanımlamaya kalkışmasını, bir yerde anlıyoruz ama, aynı ERDOĞAN'ın; bir zamanlar Başbakan'ı, günümüzde de Cumhurbaşkanı olduğu ülkemizde, Berkin Elvan isimli 14 yaşındaki bir çocuğun başına isabet eden bir gaz bombası kapsülü ile polis şiddeti sonucunda ölmesine sessiz kalmasını, sessizliğini ölen Elvan'ın annesini eleştirmek için bozmasını, çocuk,genç ve yaşlı demeden, barışçıl  anayasal protesto haklarını kullanan insanların, gözlerine göz yaşartıcı gaz sıkmaya kadar varan, polis şiddetine tabi tutulmalarını,insanların barışçıl protesto haklarının engellenmesini,hiç ama hiç anlayamıyoruz.

Sayın ERDOĞAN; yukarıda belirttiğimiz demokratik evrensel değerlere, önce kendi ülkesinde sahip çıkmalı ve bu değerleri, önce kendi vatandaşlarına tanımalı ve uygulamalıdır ki; bu değerleri, Uluslararası camiada da savunabilme hakkını kendinde bulabilsin ve samimiyetine inanılabilsin.

20/12/2017
Güner YİĞİTBAŞI
Hukukçu

Kudüs, Müslümanların Babasının Malıdır
Amerikan Başkanı Donald Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı bizi, bazı gerçekleri dile getirme zorunda bıraktı.

İstanbul’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Olağanüstü Zirvesi’nin sonunda, Trump’ın kararına karşılık olarak, Doğu Kudüs, Filistin’in başkenti ilan edildi.
Bu durumda, Zirveye katılan 56 ülkeden, alınan kararı uygulamalarını ve Doğu Kudüs’te elçilik açmalarını ya da İsrail’deki büyükelçilerini geri çekmelerini beklersiniz.
Maalesef bu işler öyle olmuyor.
Çünkü İslam ülkelerinin asıl düşmanı İsrail ya da ABD değildir.
Müslümanların düşmanı yine Müslümanlardır.
İstanbul’daki zirveye baktığınızda, aynı masada oturan Suudi Arabistan ile İran’ın arası, birbirlerini bir kaşık suda boğacak kadar kötüdür.
Yemen’deki iç savaşta, İran’ın desteklediği Müslümanlar ile Suudi Arabistan’ın desteklediği Müslümanlar birbirlerini boğazlıyor.
Doğu Kudüs’ün, Filistin’in başkenti ilan edildiği gün, Suudi Arabistan savaş uçakları, Yemen’deki bombardımanda 60 Müslümanı öldürdü.
Irak’ta, Şiiler ile Sünniler yani Müslümanlar arasındaki karşılıklı bombalı saldırılarda, çatışmalarda on binlerce Müslüman ödü.
İslam adına ortaya çıkan vahşiler sürüsü IŞİD, on binlerce Müslüman’ın ölümüne yol açtı.
Yine binlerce Müslüman IŞİD’le savaşta can verdi.
Suriye’de, kendi aralarında savaşanlar da yine Müslümanlar.
Kudüs’ü, İsrail’in başkenti ilan eden Amerikan başkanı için Suriye’de ayda 150 dolar maaşa askerlik yapanlar, PYD/PKK’lı Müslümanlar değil mi?
Mesela bu teröristler, Trump’a, “Biz Müslümanlar için kutsal olan Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ettin. Artık senin için savaşmıyoruz” diyebiliyorlar mı?
Suudi Arabistan ile Katar arasında ciddi sorunlar yaşanıyor.
Suudilerin çağrısı ile 17 Müslüman ülke, Katar’a ambargo uygulamaya başladı, diplomatik ilişkilerini kesti.
Katar Müslüman bir ülke değil mi?
Aynı ülkelerin, İstanbul’daki zirvede Kudüs için toplanması ne kadar inandırıcıdır?
Suudi Arabistan, daha birkaç ay önce, Riyad’a gelen ABD Başkanı Trump ile 350 milyar dolarlık silah alımı ve yatırım anlaşması imzalamıştı.
Müslüman Suudiler ABD’ye, “Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ettin, biz de 350 milyar dolarlık anlaşmadan vazgeçiyoruz” diyebiliyorlar mı?
Suriye de, Türkiye gibi Müslüman bir ülke.
Ama Ankara, Şam’daki yönetimi istemiyor.
Esad’ı sadece Türkiye değil birçok Müslüman ülke de istemiyor.
Müslüman, Müslüman’ı istemiyor.
İran başta olmak üzere bazı Müslüman ülke ve gruplar, Esad’ın yanında diğer bazı Müslüman ülke ve gruplarla savaşıyor.
Suriye’de birbirini öldüren ve öldürülen Müslüman sayısı yüz binleri aştı.
Müslüman Mısır ile Müslüman Türkiye arasındaki ilişkiler düşmanlık derecesine varmadı mı?
İki ülkenin yöneticileri birbirlerini yok saymıyor mu?
Libya’da, ülkeyi 3 parçaya ayırarak, kendi aralarında savaşmaya devam edenler de Müslüman.
Afganistan’da, ABD ve NATO güçleri olsa da, asıl savaş ülkedeki Müslümanlar arasında devam ediyor.
Taliban, El Kaide, IŞİD, Müslüman Afgan askerini, polisini ve sivilleri öldürmüyor mu?
Pakistan’da, Müslüman olduklarını iddia eden gruplar, yine Müslüman güvenlik güçlerini ve sivilleri katletmiyor mu?
Örnekleri uzatmadan gelelim can alıcı bir noktaya daha.
İstanbul’daki zirvede Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan ettik.
Oysa kendi aralarında bölünmüş Filistinli Müslümanlar, yani Hamas ve El Fetih mensupları birbirine düşman değil mi?
Birlik çağrıları falan hikâye, kimse kendini kandırmasın.
Müslüman, Müslüman’a düşman olmaya ve öldürmeye devam edecektir.
Kudüs için ise geçmiş olsun.
Çünkü Müslümanlar kendi aralarındaki düşmanlıkları ve birbirlerini boğazlamayı bırakarak, tek vücut olup, Kudüs için asla savaşamazlar.
İslam dünyası bunu yapamadığı içindir ki, Filistin halkı, İsrail zulmünün altında inliyor.
Yazının başlığının buraya kadar okuduklarınızla ilgisi olmadığı için sinirlendiğinizi biliyorum.

Yazı uzun olunca okunmuyor diye ikinci bölümü bir sonraki yazıma bıraktım.

Gürbüz Evren

Gürbüz Evren/ gercekgundem

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget