Mart 2016
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Meclise torba sunmak, sonra içine her şeyi doldurmak
Dilimize Arapçadan geçmedir ama; “Hak” dediğimizde herkes bunun iyi kötü ne anlama geldiğini bilir değil mi?
“Senin hakkın” “Benim hakkım”
“Onun hakkı” “bunun hakkı”
“Bu işin hakkı… “ falan gibi…
Yani aynı toplum içinde yaşayan insanların karşılıklı çıkar ilişkilerindeki “denge”, “ölçü” gibi bir şey:
“Haksızlık etme!”
“Hakkına razı ol”
“Kimsenin hakkı kimseye geçmesin”
……..
“Hukuk” denen şey de hepimizin bildiği işte bu “hak” kelimesinin çoğulu; yani “haklar” demek.

Toplumu yöneten devlet, yönetimi altında olan insanların karşılıklı haklarını yazılı kurallara bağladığında da ortaya bizim “kanunlar” dediğimiz yazılı hukuk çıkıyor.
Özetle; Meclis’te kabul edilen her kanun aslında senin benim karşılıklı çıkar ilişkilerimiz olan “haklarımızı” düzenliyor:
“Şunu yap, bunu yapma…”
“Öyle yaparsan böyle yaparım” gibilerinden.
*
Peki, bu kanun yapmak denen iş, bizim her birimizin hakkını, hukukunu “yazılı” olarak düzenlemek ve bunun işleyişini devlet gücü ile desteklemekten başka bir şey değil ise; bu toplum adına kanunları yapanların hiç bir şeyi oldu bittiye getirmeden, her şeyi “açık seçik” toplumun gözünün önünde, onun dengelerine, insanlarımızın duygu ve düşüncelerine uygun olarak gerçekleştirmesi gerekmez mi?
Gerekir tabii…
O yapılanlar bu toplum içindeki karşılıklı çıkarları dengelemek, toplumun huzur içinde yaşamını sağlamak ve bir”düzen” kurmak için ise, ve bunun için “hak”lar birer yazılı ve emredici metinler haline getirilecekse bu işlerin asla oldu bittiye getirilmemesi, torbalara sokulmaması gerekmiyor mu?.
*
İyi de, ya bir gece yarısı aniden çıkarılan kanunlar, bilmem ne konulu kanun çıkarılırken içine son anda bambaşka bir konuda yapılan eklemelere ne demeli?
Acaba bu durumlarda, aslında her birimizin “hak”larını düzenleyen o kanunlar, basbayağı “ben yaptım oldu” ya getirilmiyor mu?
“Ben” yaptım oldu, aslında bütün bir toplumun bilgilenme, tartışma, değerlendirme haklarını ellerinden almak, onu en iyi ben bilirim demek değil mi?
*
“Torba kanun”
Yani toplumu ilgilendiren pek çok hakkın, hukukun topluca kanunlaştırılması.
Bu iş bizde maalesef, özellikle son dönemlerde hükümetlerin “oldu bitti” uygulaması haline geldi.
İnsanlar soruyor:
“Torba kanun çıktı mı?”
“Hangi torba o?”
“Canım şu son zamanlardaki torba”
Adı ya da belirli bir konusu yok.
Günlük konuşmalarda adı “torba” ama resmiyette “Bazı kanunlarda …“ falan diye geçiyor.
Çünkü içinde o kadar birbirinden ayrı konu var ki, bunlara “Bazı” demek dışında bir isim koymak mümkün değil.
“-Peki bu “bazı…”nın içinde neler varmış?”
“Valla ne olduğunu tam söylemek zor, çıkınca göreceksin”
Doğrudur. Çünkü yasalaşma sürecinde hemen her an o torbaya neyin katılıp içinden neyin çıkarılacağı hiç belli değil.
Neden?
Mesela nedenlerden biri, o saatlerde Meclis’teki çoğunluk… Baktın durum müsait, koy torbaya.
Sıkıntı(!) mı görünüyor? Çıkart torbadan!
Bir başka neden, konunun toplumda pek fazla konuşulup tartışılmasını istememek.
“Netameli” işlerde tartışmaya fırsat vermemek yani.
Sonunda ne oluyor?
Sözüm ona toplumsal yaşamımızda çok önemli olan, karşılıklı hak ve yükümlülüklerimizi “hepimiz adına” belirleyip yazılı hale getiren bu kurallar, o toplumda tartışılıp olgunlaştırılmadan, eğrisi doğrusu pek fazla değerlendirilmeden “kanun” haline geliyor, daha doğrusu “getiriliyor” ve hepimiz için bağlayıcı oluyor…
*
Bu günlerde bir “torba” daha getirildi Meclis önüne.
İçinde neler var derseniz,” tabii ki çok şey” var.
Hangileri mi diyeceksiniz? Şimdilik şunlar şunlar… Ama daha sonra içine neler katılır, neler çıkarılır orası belli değil.
Belli olan tek şey, çıkarılanların hepsinin tek bir “torbada” olacağı.
Dışarıdan bakınca “torba”
Ya içeriden bakınca diyeceksiniz değil mi?
Göremezsiniz ki, torbası dışında her an her şeyi değişebilir bir gecede.
Hele bir çıksın, kesinleşin; o zaman ne olduğunu görüp tartışacağız.
Şimdiden tartışıp da adımıza karar vereceklerin kafasını fazla karıştırmayalım en iyisi.
Düşünsenize, bizim adımıza o kadar şeyi birden düşünmek zorunda olanların aklını bu kadar yormak doğru olabilir mi? İyice karışıverir maazallah!

Bülent Soylan

Daha ne bekleyebilirdik ki? - Güner Yiğitbaşı
Cumhurbaşkanımız çok şükür, sağ salim Amerika kıtasına vasıl olmuş.

Ancak, hava limanında kendisini mevkidaşı veya daha alt düzeyde bir tek Amerikalı yetkili karşılamamış, daha önce Amerikaya gitmiş olan bizim kendi Dışişleri Bakanımız tarafından karşılanmış.

Yani biz çalıp, biz oynamış ve kendi yağımızla kavurulmuşuz.

Daha ne bekleyebilirdik ki?

Evet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, esas itibariyle çok güçlü ve saygın bir devlettir.Bu devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; sağlığında olduğu kadar vefatından sonra da, tüm dünya devletleri tarafından saygı görmüş ve taktir edilmiş,onun askeri ve siyasi dehasına dayalı fikirleri, uygulamaları ve devrimleri,bazı ülkeler tarafından örnek alınmıştır.


Peki şimdi ne oldu da, Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı yalnızlaştırıldı, etrafındaki ülkeler kendisinden uzaklaştılar, dostumuz bildiğimiz ülkeler; uğradığımız toplu terör katliamları nedeniyle, yayınladıkları  kuru taziye mesajlarının ötesinde niçin eylemli destekteklerini vermiyorlar?

Ne dersiniz değerli okurlar?

Bu ülkenin Cumhurbaşkanı;

Ülkemizin kurtarıcısı ve Devletimizin kurucusu, Kurtuluş Savaşında mağlup ettiği düşman devletlerin dahi güvenini ve itibarını kazanmış olan ATATÜRK'ümüze dahi, ATATÜRK diyemiyorsa, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, ATATÜRK'ün oturduğu ve bu ülkeyi yönettiği Çankaya Köşküne çıkarak onun yaşadığı, onun hatıralarını barındıran ortamda Cumhurbaşkanlığı yapmayı ve ATATÜRK'ün şerefine ve itibarına mazhar olmayı içine sindiremiyor ve  Çankaya Köşküne burun kıvırıyorsa, buna alternatif olarak, kendisine 1150 odalı görgüsüzlük derecesine varan büyüklükte ve şatafatta, yapımında ve yapımından sonra da içindeki yaşamın sürdürülmesinde çok büyük paraların harcandığı masraflı ve görkemli bir saray yaptırıyorsa ve bu sarayı, ülkemizin itibarının kriteri yaparak, bu sarayın ülkemize itibar kazandıracağını savunabiliyorsa,

Cumhurbaşkanı seçildikten sonra namusu ve şerefi üzerine yaptığı Anayasaya bağlılık ve tarafsızlık yeminine bir saniye dahi riayet etmiyorsa, anayasaya aykırı partili bir Cumhurbaşkanı olarak, görevine girsin girmesin, ülkenin her işine müdahale ediyor ve Anayasada yazılı olan parlamenter sistemi kaldırdığını, fiili bir başkanlık sistemi kurduğunu alenen ilan ederek, ülkede sivil bir darbe ile düzen değişikliğine gidip Anayasayı ihlal suçunu işleyebiliyor ve yargının bağımsız olarak görev yapmasına engel olan müdahalelerde bulunabiliyorsa,

Bu ülkenin en üst yargı kuruluşu olan Anayasa Mahkemesinin, Anayasamıza göre herkesi bağlayan kararlarına saygı duymadığını ve bu kararlara uymayacağını beyan edebiliyorsa,

Düşünce,düşünceyi açıklama, toplantı ve gösteri yürüyüşü ve basın özgürlüklerini ülkesi için lüks sayıyar ve bu özgürlüklerden korkuyorsa,

Ülkede yapıldığı iddia edilen yolsuzluk ve rüşvet idialarının üzerine giderek, bunların soruşturulmalarının önünü açmaktan korkuyor ve bu soruşturmaları engellemek için elinden geleni yapıyorsa,

İçi boş çözüm süreci aldatmacası ve buna dayalı olarak, kendi yönetim ihmal ve savsaklamaları sonunda, bilinçli olarak,PKK terör örgütünün; militan, silah ve cephaneleriyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizin il ve ilçelerinde yerleşip kökleşmesinden ve bunun sonunda ülkemizin kan gölüne gelmesinden birinci derecede sorumlu olmasına ve bu sorumluluğunun hesabını vermemesine rağmen, hiçbir şey olmamış gibi, şu anda PKK terör örgütüne karşı şahin kesilip, öldürülen militanların sayılarını açıklayarak günah çıkarıyor ve iş işten geçtikten, yüzlerce güvenlik görevlisi ve vatandaşın hayatlarını kaybetmelerinden sonra, ülkenin PKK teröründen arındırılmasında kurtarıcı rolüne soyunabiliyorsa,

Amerika seyahatine çıkmadan önce düzenlediği basın toplantısında; dolandırıcılık, kara para aklamak, İran'a uygulanan ambargoyu delerek  Amerika Birleşik Devletlerini zarara uğratmak gibi fiillerle suçlanarak Amerikada tutuklanan ve aynı zamanda Türk Vatandaşı olan ve ülkemizdeki 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddialarının, bağımsız mahkeme kararıyla kesin olarak aklanamayan şüphelisi Reza Zarrab'ın Amerikada tutuklanmasıyla ilgili olarak sorulan soruya; Rıza Bey diyerek başlangış yaparak, Reza Zarrab'ın Amerikada tutuklanmasının ülkemizi ilgilendirmediğini, ülkemizle alakasının bulunmadığını beyan edebiliyorsa,

Amerikanın yararına da olsa, kendi ülkesinin yararlarına aykırı dış politikalara imza atabiliyorsa,

Cumhurbaşkanımızın; özel uçağının indiği hava limanında, hiçbir Amerikalı yetkili tarafından karşılanmamış olmasını, bir Türk Vatandaşı olarak çok üzülsek ve içimiz kan da ağlasa, anlayabiliyor ve Amerikayı eleştiremiyoruz.

30/03/2016
Güner YİĞİTBAŞI 
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Tek Dil Tek Devlet Meğer Faşizmanın Sloganıymış! - Özdemir İnce
Başka gazetelerde var mı bilmiyorum ama 28 Mart 2016 tarihli Milliyet gazetesinde şöyle bir haber  yayımlandı:[“HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ sözlerini eleştirerek, “Sen faşizm sloganlarını haykırıyorsun. Tek dil, tek millet sloganı faşizmin sloganıdır. Davutoğlu ve Erdoğan yıllardır aynı faşist sloganı tekrarlıyorlar” dedi.


Hakkari’de partisinin il kongresinde konuşan Demirtaş, Hakkari’den rekor oy almalarının hazmedilemediğini iddia ederek, “Yüksekova’da savaş politikasının yürütülmesinin nedeni budur. Hendek ve barikat değildir. 7 Haziran’da Kürt halkının uzattığı elin Türkiye’nin batısında tutulmuş olmasıdır. Onları panikleten de budur” diye konuştu. • HAKKARİ DHA”]

Başyüce R.T.Erdoğan’ın ile AKP tarikatının  HDP’nin  Hakkari’de rekor oy almasını hazmedememesi mümkündür. 7 Haziran’da Kürt halkının uzattığı elin Türkiye’nin batısında tutulmuş olmasından dolayı Başyüce R.T.Erdoğan’ın ile AKP tarikatının  paniklemesi de çok mümkündür. Ama… Bu işin bir “ama”sı vardır ki anafora benzer: Tek dil ve tek millet sloganı nasıl oluyor da faşizmin sloganı oluyor?  Evrensel olarak bilinen şudur ki “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” şiarı üniter devleti tanımlar ve Türkiye de bir üniter devlettir. Zaten Anayasa’nın 3.maddesinde bu üniter devletin tanımı yapılmıştır: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Bu durumda, Selahattin Demirtaş’ın aklına göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası faşist bir anayasadır. Demek oluyor ki Selahattin Demirtaş ulusal (ulus) devlete karşı. Böyle bir devlet istemiyor. Ulusal olmayan bir devlet yani federal bir devlet istiyor. Yeryüzünde barış ortamında federal devlete dönüşen ulus devlet örneği bulunmadığını anlata anlata çevrek yüzyıldır dilimde tüy bitti. Bu gerçekleri ve doğruları öğrenmeleri için: Prof.Dr. Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku, Prof.Dr.Hüseyin Pazarcı’nın Uluslararası Hukuk, Prof.Dr.Oktay Uygun’un Federal Devlet  kitaplarını okumalarını yıllardır tavsiye ediyorum. Artık yayınlandığı için Özdemir İnce’nin Türkiye’nin Sırat Köprüsü: Açılım Masalı‘nı mutlaka okumalarını hararetle tavsiye ederim.


“Tek dil” bir tek dildir ama Millet’i tek bir etnisite oluşturmaz. Millet yemeklerden türlüye benzer. Türlü çeşitli oluşturucularla oluşan millete, o topraklarda konuşulan ortak iletişim dilini (lingua franca) konuşan lider etnisitenin adı verilir. Bu nedenle Türk Milleti hem şemsiyedir hemi de türlü yemeğidir. Bu gerçekler ve doğrular bilinmeden yapılan siyaset felaketle sonuçlanır. Nitekim sonuçlandı.

PKK, üniter devlete karşı olduğu, üniter devletin barış içinde federal devletlere bölünemeyeceğini öğrendiği; bir üniter devletten bir başka bağımsız devlet yaratmanın barış içinde mümkün  olamayacağını anladığı için silaha sarıldı, savaşıyor.

Üniter Devlet’te karşı olan Selahattin Demirtaş’ın derdi ne, PKK’dan ne farkı var? Ben göndermem ama bir iyilik sever çıkıp kendisine benim kitabı gönderse iyi olur.

Ulus(al) Devlet’in “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” ilkesini vaaz (vaiz) sesiyle tekrarlayan Başyüce R.T.Erdoğan’a gelince: Ulus(al) devletlerin bilinen rejimi parlamanter ve demokratik Cumhuriyet’tir. Başkanlık rejimi ile yönetilen devletin ulusallığı mulusallığı kalmaz.

Şu haber gazetelerde yer aldı. Okuyalım: [“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir şans olduğunu söyleyen Muhammed Taha Gergerlioğlu, şu ifadeleri kaydetti:“Artık dünya yeniden şekilleniyor. Türkiye, yeni dünya düzeninde hak ettiği yerini alacak. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere 1, 2, 3 halka ülkelerle bir kapsama alanı oluştu. Osmanlı coğrafyası, İslam coğrafyası ve sonrasında dünyayı kapsayacak şekilde kadim kültürümüze bir dönüş var. Siyaset yeni bir merkeze doğru kayıyor. Bu merkezin ana yapısını oturtan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Sadece bizim için değil, İslam dünyası için, bütün dünya için büyük bir şans.”]

Adam Başyüce’nin saplantılarını, ham hayallerini dile getiriyor: Osmanlı coğrafyasından, İslam coğrafyasından söz ediyor.Bu coğrafyanın üzerinde üniter ulus(al) devlet nasıl olacak? Mümkün değil. O halde uniter ulus(al) devletin şiarını papağan gibi tekrarlamanın hiçbir anlamı yok. Ha Recep Tayyip Erdoğan, ha  Selahattin Demirtaş! Türkiye’nin içinde bulunduğu kaosun iki baş sorumlusu.
Özdemir İnce/ozdemirince.com
29 Mart 2015

Üzerimizde güçlü bir yelek: Ahlâk yeleği - Tayfun Talipoğlu

Fidel Castro, Birleşmiş Milletler’deki ilk konuşmasını yapmak için Amerika’ya giderken gazeteciler, “Kurşun geçirmez yelek giydiğiniz söyleniyor, doğru mu?” sorusu üzerine Castro şöyle yanıt verir: Üzerimde daha güçlü bir yelek var. O da ahlâk yeleğidir.*

Castro’nun bu konuşması belki de ahlâk felsefesi üzerine düşünceler üreten filozofların söylemlerinden bile daha güçlü ve daha yankılıdır. Peki, ahlâk nedir? Tanımdan çok pratiğe bakalım. Ahlâk için neyin yapılıp neyin yapılmaması önemlidir ama unutulmamalıdır ki ahlâkın normları yoktur, son derece öznel bir konudur çünkü nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağının toplumdan topluma değişmesi çok normaldir. Ama insanlığın genel olarak uzlaşmaya vardığı genel ahlâksal değerler vardır ki uzlaşılan bu değerlere ahlâk normları diyebiliriz ve bu ahlâksal normlara karşı gelmemiz insanlığa karşı gelmek kadar tehlikelidir. Tehlikeler de korku yaratır.

Korku insanın en doğal duygusudur, olmalıdır da ve biz korkuyoruz. Yanlış anlaşılmasın, korkumuz baskıcı iktidarlardan kaynaklanmıyor. Korkumuz, ahlâksız düzenin kanıksanmasından, doğallaştırılmasındandır. Öznenin arkeolojisini yaparsak Foucault, özneyi tarihsel güçlerin ürünü olarak görür ve farklı koşulların, farklı özneler ürettiğini söyler. Foucault’ya göre özneyi, iktidar şekillendirir ve özne, toplumsal ilişkiler içerisinde oluşur. Vurgulamak gerekir, özne iktidarı oluşturduğu gibi iktidar da özneyi oluşturur.

Burada kısır düşünmediğimizi söylememiz gerekir. İktidar demek hükümet demek değildir Foucault’ya göre -ki ben de savunuyorum bu görüşü- iktidarın en önemli üç özelliği vardır: 1. Yeri belirlenemez. 2. Sürekli dolaşımdadır ve sabit bir yeri yoktur. 3. Kimsenin tekelinde değildir, adeta bir hayalet gibi dolaşmaktadır.

İktidar kavramını bu kapsamda değerlendirirsek şu saptamayı yapabiliriz: Madem ki iktidar ve özne karşılıklı olarak önlenemez etkileşim içindedir, öyleyse ahlâksız özneler, ahlâksız iktidarları; ahlâksız iktidarlar da ahlâksız özneleri oluşturur. İşte korkumuz budur.

Ne yazık ki gittikçe insanî değerlerini yitiren, daha da tehlikelisi bunu normal karşılayan bir toplum haline geliyoruz. Ne yazık ki ahlâksızlığı tamamen bireysel düşünüyoruz. Oysa artık toplumsal ahlâksızlıktan söz etmeliyiz. Toplumu daha sosyolojik incelemeliyiz. Kuramsal bakışımız burada toplumun arkeolojisini ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Ahlâksızlaşan toplum nereye gidiyor? Bunu inceleyelim.

Bugünün dünyasında kapitalizm, insanları ahlâksızlaştırıyor ve (Sanırım Nietzsche söylüyordu) “Tüm değerler, hızla değersizleştiriliyor.”

Bir bakıyorsunuz, Büyük Önder’imiz Mustafa Kemal başta olmak üzere Cumhuriyet ve onun tüm kazanımları aşağılanıp değersizleştirilmeye çalışılıyor. Bir bakıyorsunuz, kadının sosyal yaşamdaki yeri tartışmalarında “Eşitsizlik fıtrattandır” denilip kadınlar değersizleştiriliyor, eşitlik mücadeleleri bastırılıyor.

Bir bakıyorsunuz, çocuk tacizleri yaşanıyor, daha ilkokul çağındaki çocuklarımız evlendiriliyor. Bir bakıyorsunuz, kadın cinayetleri yaşanıyor. Bir bakıyorsunuz, siyasetle hiçbir ilişki olmayan Anadolu’nun o güzel anneleri geleneksel başörtülerinden dolayı bile hor görülüyor.

Bir bakıyorsunuz, “Bizden olmayan kötüdür” denilerek cezalandırılıyor, görevlerden atılıyor. Bir bakıyorsunuz, gazeteciler dört duvar arasına sıkıştırılıyor. Bir bakıyorsunuz, iğrenç planlar doğrultusunda bebeğinden yaşlısına insanlarımız terör saldırılarına uğruyor. Bir bakıyorsunuz, doğup büyüdüğü evleri, şehirleri savaştan kaçarak terk ediyor mülteciler. Bir bakıyorsunuz, belki de hayatlarında deniz görmemiş o mülteciler, bir umut adına çıktıkları yolculuklarında son nefeslerini denizde veriyorlar ve daha niceleri…

Soruyorum size, bu olaylar rastlantı mı? Vicdanımız nerede, kalplerimiz mi taşlaştı? Aynı anda bu kadar çirkinliğin bir arada olması endişelendirmiyor mu sizi? Daha da ötesi bu kadar çirkinlik içinde yaşayan toplumların bu çirkinlikleri doğal karşılaması korkutmuyor mu?

Ben, söylediğim gibi korkuyorum. Sadece güzel ülkemiz adına da konuşmuyorum. Biz, şu anda günümüz dünyasının fotoğrafını çekiyoruz. Dünya toplumları ahlâksızlığa sürükleniyor çünkü kötü insanlar, iktidarları kötüleştiriyor ve kötüleşen iktidarlar da iyi insanları kirletiyor. Sonuç olarak bir felakete sürükleniyoruz.

Afşar Timuçin Hoca’m, son derece gerçekçi ve alçakgönüllü tavrıyla şu öneride bulunuyor: “Herkes ahlâklı olmayabilir ama herkes, terbiyeli olmak zorundadır.” Ah, be hocam… Terbiyeden söz edilmiyor bile artık, unutulan değerlerimiz arasında başlara oynuyor.

Bir sol kaldı; o da sanki ütopyalarını, güzel dünya hayallerini kaybetti. Ben de kaybetmek istemiyorum ve bir hayal kuruyorum:

 “Herkes terbiyeli olmak zorunda olduğu gibi ahlâklı da olmak zorundadır.”

* Yücel Kayıran, Kant Tekrar Geri Dönecek, https://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/kant-tekrar-donecek-433869
Tayfun Talipoğlu/abcgazetesi

Hapse girme özgürlüğü! - Nahit Duru

Nasıl bir Türkiye'de yaşıyoruz. CHP genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun ileri sürdüğü gibi "ülke yarı açık cezaevi" mi ? Yoksa özgürlüklerin sınırsız olduğu, ileri demokrasinin yaşandığı bir ülke mi?

Bu soruya yanıt vermeden önce 1980 12 Eylül dönemine göz atmak gerekiyor.

ARAYIŞ dergisinde birlikte çalıştığımız kardeşim Mehmet Erdül, bir söyleşisinde benim hapishaneden çıkıştaki bir cümlemden söz edip, sosyal medyada paylaşmış.

12 Eylül döneminde Bülent Ecevit'nin yayın hayatına kazandırdığı Mart 1982'de Ankara Sıkıyönetim Komutanlığınca kapatılan, ARAYIŞ dergisinde yayınlanan ortak bir yazı nedeniyle hüküm giymiş, Ulucanlar Ceza ve Tutukevinde cezamı çekmiştim.

1982 yılının Şubat ayının son günleri. Cezaevinin önü ana baba günü. Annem Nadide Duru, babam rahmetli A. Kemal Duru, ağabeyim Cahit Duru, eşi Gülsün, amcam, kızım ailenin diğer bireyleri, Arayış'ta ve Gençlik ve Spor Bakanlığında birlikte çalıştığımız arkadaşlarım ve her şeye karşın bir kaç gazeteci...

Önce hasret giderme, kucaklaşma... Bu arada, gazeteci kardeşlerimden biri "Bir şeyler söyle de haber olsun. Biz de görevimizi yapmış olalım" diyor.

Benim verdiğim yanıt özgürlük üzerine oluyor:

"Ben hapse girme özgürlüğümü kullandım. Özgürlüğün hepsi güzel"

Bu söylediklerim, hiçbir gazetede yer almadı. Yalnızca Arayış dergisinde yayınlandı.

Arayış'ın kurucusu ve yayın danışmanı Bülent Ecevit de, cezaevine girerken, hapiste olması  ile dışarıda olması arasındaki ayrımı şöyle dile getirecekti:

"Dışarıda tutsak olmaktansa, hapishanede özgür olmayı tercih ederim.”

Ecevit, özgürce düşünme ve bunu yayma Hakkı'ndan söz ediyordu bu sözleri ile.

Gerçekten o tarihlerde dışarıda özgürlük ve çoğunlukla hukuk da yoktu. Emir komuta zinciri ile insanlar hapse atılıyor, yaşları büyütülüp dar ağacına gönderiliyordu.

Gazeteler, dergiler kapatılıyor, gazeteciler sorgusuz sualsiz mahkum edilip hapse atılıyordu.

Darbecileri eleştirmek, darbeciye darbeci demek, hüküm giymek ve yayın yasağı, gazete ve dergilerin kapatılması için yeterliydi.

Sıkıyönetim komutanı tarafından dava açılması istenen bir gazetecinin, bilim adamının hüküm giymemesi olası değildi.

Günümüzde de, iktidarı elinde tutanların mahkemeleri etkileyen sözleri "emir" sayılıyor, derhal davalar açılıyor, gazeteciler, bilim insanları tutuklanıyor, Anayasa mahkemesinin verdiği kararların tanınmayacağı açıklanıyor, yerel mahkemelerin, Anayasa Mahkemesinin kararlarına uyma zorunlunu olmadığı ileri sürülebiliyor. Kendi getirdikleri hak arama yollarını bile daraltma yolları aranıyor.

İnsanların yaşam haklarının korunamamasına "kader" , "alın yazısı" gibi sözcüklerle mazeret aranıyor.

Sonra da hak ve hukuktan söz ediliyor.

Ayrıca unutmamak gerekir ki, özgürlükler ortadan kaldıran 12 Eylül'ün "beşi bir yerde"si aradan yıllar geçtikten sonra yargılandılar. Ve en azından halk vicdanının yanı sıra yargıda tarafından da mahkum edildi.

Günümüz de ise, iktidar ve muktedir herkese korku salıyor, kimi gazeteciler ve gazeteler "fabrika ayarlarına" dönüyor, 180 derece çark ediyor, köşe yazarları, özgürlüklerin yok edilmesine vurgu yapacaklarına argo başlıklarla, ona buna "alçak" sıfatı yakıştırarak günü geçiştiriyor.

Şunu unutmamak gerekir; korku toplumu yaratılmasına, özgürlüklerin sınırlandırılmasına, yok edilmesine medya ses çıkarmazsa,- tabii yandaşları kastetmiyorum-  ülkede özgürlük kalmaz ve hapishanede bile özgürce düşüncenize pranga vurulur.

Döneklere, çark edenlere, fabrika ayarlarına dönenlere, yetmez ama evetçilere, 2'nci cumhuriyetçilere ve akil adam geçinenlere ilanen duyurulur.

Nahit Duru abcgazetesi

ABD Erdoğan’ı Devirecek - Gürbüz Evren
Amerika Birleşik Devletleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı devirecekmiş, çünkü Başkan Obama randevu vermemiş.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Kirby’e, “ABD, Erdoğan’ı düşürecekmiş” diye sormuşlar. O da “Buna yanıt bile vermem, çünkü çok saçma sapan sözler” cevabını vermiş.
Kirby’i duyanlar, “Aslında Erdoğan’ı düşüreceğiz demek istedi” yorumunu yapıyor.

Avrupa Birliği de artık Erdoğan’ı istemiyormuş, çünkü Başkonsoloslar Can Dündar ve Erdem Gül’ün davasını izlemiş.
Üyesi olduğum CHP’de, yukarıdaki gelişmelerden medet umma hastalığı tepeden başlayarak, tabana yayılmış durumda.
Erdoğan’dan kurtulmak için ABD ve AB’nin politikalarından hayır beklemeyi bir CHP’li olarak kendime yakıştıramıyorum.
ABD’nin, yüzbinlerce insanın ölümüne, kadınlara tecavüz edilmesine ve ülkenin bölünmesine yol açan Irak işgaline önce karşı çıkan biz CHP’liler değil miydik?
ABD’nin, terör örgütü PKK’ya destek vererek, Türkiye’yi bölmeye çalıştığını söyleyen biz CHP’liler değil miyiz?
Erdoğan ile AKP’yi başımıza saran ve destekleyen ABD’dir diyerek, 14 yıldır Amerikan Yöneticilere köpüren biz CHP’liler değil miydik?
Ezilen halklara örnek olan kurtuluş savaşına önderlik etmiş bir liderin, Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’nin üyelerine, Erdoğan’dan kurtulmayı ABD’ye bağlamak yakışmaz.
“ABD, Erdoğan’ı artık istemiyor, yakında devirecek” diyerek, bu düşüncenin yayılmasına aracı olmanın, mağduru oynamakta başarılı Erdoğan’ı daha da güçlendireceğinin farkında değil misiniz?
Can Dündar-Erdem Gül davasını izleyen Avrupalı Başkonsoloslara, Erdoğan’ın bağırmasının, AKP seçmen tabanına bir mesaj olduğunu hala daha anlamadınız mı?
ABD ve AB’nin devirmeye çalıştığı, ama buna direnen kahraman Erdoğan senaryolu politikayı görmüyor musunuz?
Daha da kötüsü, yükselen terörün Erdoğan’ı bitireceğini söyleyenler, AKP’nin kitleleri yanına çekme hesabına PKK’nın sağladığı katkıyı anlayamıyor.
CHP’linin CHP’liye propaganda yaptığı, herkesin CHP’li olduğu ortamların Türkiye’ye yayıldığını sanarak, “Erdoğan bitiyor, çünkü Obama istemiyor” kolaycılığına kaçmamalıyız.
CHP’nin iktidarını istiyorsak, ABD ve AB’nin dediğine değil kendimize inanarak, sabredip çalışarak almalıyız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’ye karşı patlama noktasına gelmiş okuyucular, “Bunlar artık bittiler, gidiyorlar” demediğim için bana köpürecektir.
İktidarı AKP’den almak için çalışmak yerine en ağır sözleri ederek, süper kahraman CHP’li olduğunu kanıtlamaya çalışanlar bana büyük tepki gösterecektir.
Yazıyı, Erdoğan’a ve AKP’ye hakaretlerle doldursaydım, “Helal olsun”, “Müthiş yazı”, “Bunu herkes okumalı” türünden övgüler alır, paylaşım ve okuma rekorları kırardım.
Ne derse desinler, hiçbir karşılık beklemeden CHP’ye gönül vermiş, “Ben değil partim iktidar olsun” diyen partililere gerçekleri anlatmayı sürdüreceğim.
Israrla söylüyorum, “Erdoğan ve AKP’nin 5 zayıf noktası var. CHP yönetimi, bu zayıf noktaları belirleyip, harekete geçerse, 1 yıl içinde, AKP yüzde 35’in altına iner.”
Bu 5 zayıf nokta hala görülemediği içindir ki, ayyuka çıkmış 17-25 Aralık yolsuzluğu da, baba-oğulun ses kaseti de, Karaman’da çocuklara tecavüz iğrençliği de, geniş halk kesimleri arasında beklenen etkiyi yaratmıyor.
Bu yüzden de CHP, kamplaşmış toplumun bir bölümünün dışındaki geniş kitlelere ulaşamıyor.

Gürbüz Evren /Gerçekgündem

Ulus muyuz yoksa ümmet mi? - Gündüz Akgül

Ümmet, Arapça bir sözcüktür. İslam toplumunun tamamını ifade eder. Ümmet, "imam" sözcüğü ile aynı kökten gelmekte olup, her peygamber, birer imam, rehber olarak kabul edilir ve ona tabi olanlara da onun ümmeti denir…
Ümmet, aynı dinden oluşan insan topluluklarında oluşur. Din, ümmet olmanın koşuludur…
Ulus (Millet), çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk…
Ulus tarifinden anlaşılacağı gibi aynı dinden olma koşulu yoktur…
Bu genel anlatımlardan sonra, başlıktaki soruyu neden sorduğumuza gelelim…
 "Beyaz Hareket Derneği" tarafından düzenlenen “Recep Tayyip Erdoğan Sempozyumunda” konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ümmetin, milletin sesi ve nefesidir. Erdoğan anlatılmaz yaşanır. O, bu ümmete Allah'ın bir lütfudur" demiş…
Bu ifadenin ilk tümcesinde, “Ümmetin, milletin sesi ve nefesidir.” demesine karşın, son tümcesinde ise milleti es geçerek “O, bu ümmete Allah'ın bir lütfudur" diyerek gerçek niyetinin ümmeti esas aldığı anlamı çıkmaktadır…
Herkesin uymak zorunda olduğu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, ümmeti değil Ulusu temel almıştır…
Nitekim Anayasanın 6. Maddesi, “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.” diyerek ulusu esas almıştır…
Yine Anayasanın 66. maddesi Türk yurttaşlığını tarif ederken “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” diyerek yurttaş olmak için din koşulunu aramamış, yurttaşlık bağını aramıştır…
Bu yurttaşların içinde değişik dinlere sahip yurttaşlarımız olduğu bilinmektedir…
Anayasanın 6. Maddesinin 2. Fıkrasına göre, “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” demektedir…
Anayasanın 8. Maddesi ise bu organlardan bir olan Yürütmenin içinde Cumhurbaşkanı’nı da saymaktadır…
Bu Anayasal kurallara göre Cumhurbaşkanı, tüm yurttaşların Cumhurbaşkanı olduğuna göre, Mustafa Ataş’ın ümmet sözcüğü yasal dayanaktan yoksun kalmaktadır…
Cumhurbaşkanı ile aynı düşünceyi taşıyanların kendisini övmesi, kendisiyle gurur duyması doğal karşılanabilir…
Ancak söylemlerinde, laik Türkiye Cumhuriyetinin temel esaslarına aykırı düşecek söylemlerden kaçınmasını istemek de cumhuriyete inanan bizlerin en doğal hakkıdır…
Laik Cumhuriyetimizde ümmet yoktur, ulus vardır…
Son söz;
Sayın Ataş, biz ümmet değil, din, ırk, renk farkı gözetmeksizin, bu topraklar üzerinde yaşayan, aramızda dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan Türk Ulusuyuz…

29.03.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Güçlerin Eşit Olmadığı Bir Bilek Güreşi - Güner Yiğitbaşı
Can DÜNDAR ve Erdem GÜL davası; adil yargılanma hakkının ve usul yasalarının, kuvvetler ayrılığı ilkesinin geçerli olduğu, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir  ülkede olması gereken olağan bir  kamu davası görüntüsünden uzaklaştırılmış, adeta Tayyip Bey ile Can DÜNDAR arasında ceryan eden, güçlerin ve silahların eşit olmadığı, gerçek adaletin tecellisi için davanın tarafları arasında bulunması gereken silahların eşitliği ilkesinin çiğnendiği,hukuken sorumsuz, buna karşılık Cumhurbaşkanı olarak yetkileri çok fazla olan ve elinde kamu kudreti bulunduran Tayyip Bey'in şahsi davasına dönüştürülmüş olup, biz vatandaşlar da, tarafları arasındaki güç dengesinin eşit olmadığı bir bilek yarışını uzaktan izler konuma getirilmiş bulunmaktayız.

Davanın bir tarafında, yasalar çiğnenerek davanın tarafı haline getirilen ve müdahilliğine karar veren,devletin gücünü ve olanaklarını kullanan
Tayip bey ile duruşmadan kısa bir süre önce,  sürpriz bir şekilde Başsavcı tarafından asıl savcısı  değiştirilen, devlet ve kamu adına iddia ve suçlamalarda bulunan, yargılamanın başında,yasal koşulları olmadığı halde, duruşmada gizlilik kararı alınmasını talep eden ve bu kararı aldıran savcı, öbür tarafta ise sanık konumundaki yasaların kendilerine tanıdığı hak ve yetkileri dahi yeteri kadar kullanamayan ve/veya   kullandırılmayan, vatandaş Can DÜNDAR ve Erdem GÜL.

Tayyip Bey tarafından şahsileştirilen ve bu yolla mahkemeye baskı uygulanan bu davanın sonunda adil bir kararın çıkmasının çok şüpheli olduğuna yönelik olarak kamuoyunda haklı bir kaygının oluşması, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı adına çok üzüntü vericidir.

Eski Başbakan ve yeni Cumhurbaşkanı sıfatlarıyla Tayyip Bey'in bu davanın tarafı olması ve davada müdahilliğine karar verilmesi, tamamen yasalara aykırı bir karar olup, sanıklara yüklenen iddia konusu suçların, doğrudan Tayyip Bey'in şahsına yönelik ve onun madi ve/veya manevi zarara uğramasına sebebiyet verecek  nitelikte suçlar olmaması nedeniyle, bu kamu davasına Tayyip Bey'in müdahil olması ve mahkemece müdahilliğine karar verilmesi, bize göre açık bir bir hukuk ihlalidir.

Can DÜNDAR ve Erdem GÜL'e yüklenen suçlar; ayrıca bir şikayeti gerektirmeyen, savcıların, ihbar ve sair surette haberdar olmaları halinde, kamu adına resen harekete geçerek soruşturmak ve koşulları mevcutsa, kamu adına dava açmakla ve bu davaları yine kamu ve devlet adına sonuna kadar takip etmekle görevli oldukları suçlardır.

Bu itibarla, Başbakan, Bakan, Cumhurbaşkanı gibi sıfatları üzerlerinde taşıyan Devlet adamları; bu fiiller, doğrudan kendilerinin şahıslarına yönelik olarak işlenen ve bu nedenle de doğrudan kendilerine madde ve/veya manevi zararlar veren fiiller olmadığı için, bu davada müdahil olamazlar ve davanın tarafı gibi hareket edemezler.

Devlete ve kamuya karşı işlenen bu fiiller nedeniyle devletin ve kamunun gördüğü veya görmesi muhtemel zararlardan dolayı, bu fiiller suç sayılmış, Devlet ve kamu adına soruşturulmaları ve davalarının açılması ve sonuna kadar takibi ile de, Devletin savcıları görevli ve yetkili kılınmıştır.

Bir fiil ve suç nedeniyle, örneğin bir vergi kaçakçılığı ve/veya devletin, kendisinden ihale alan bir mütahit tarafından dolandırılarak devletin bu fiillerle maddi bir zarara, uğratılması halinde, Cumhuriyet Savcılarının, bu suçlar nedeniyle sanıklar hakkında açacakları ceza davalarında, Devlete ve kamuya ait maddi zararı takip etme ve talep etme görev ve yetkileri olmadığı için, ilgili devlet birimi, örneğin vergi kaçakçılığı suçlarında Maliye Bakanlığı, vergi kaçakçılığı nedeniyle maddi bir zarara uğramış olduğu ve bu maddi zararını mahkeme kararıyla hüküm altına alabilmek için, bu ceza davasına müdahil olabilecektir.

Askeri Yargıda, bir suç nedeniyle devletin uğradığı, örneğin hasarına sebebiyet verilen bir silah nedeniyle Milli Savunma ve Maliye Bakanlıklarının uğradığı maddi zararları; askeri savcılar, sanıklar hakkında açtıkları kamu (ceza) davalarında bizzat takiple görevli ve yetkili oldukları, düzenledikleri iddianamede devletin uğradığı maddi zararın sanığa ödettirilmesine karar verilmesini mahkemeden talep edebildiği için, askeri mahkemelerde görülen davalara, devletin ilgili bakanlıkları ve kurumları savcının yanında müdahil sıfatıyla dahil olamazlar.Suçtan zarar gören devlet kurumları ve ilgili bakanlıklar, askeri savcı tarafından temsil edilirler.

Açıkladığımız nedenlerle, Cumhurbaşkanı Tayyip Beyin; doğudan şahsına yönelik olmayan, kendisinin doğrudan maddi ve/veya manevi zarar görmesine neden olmayan, zarar görmesi ihtimali de bulunmayan, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL'e atılı fiiller nedeniyle, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmekte olan kamu davasına müdahil sıfatıyla katılmasına karar verilmesi, hukuki değil, hukuka aykırı ve Tayyip Bey'in manevi baskısına dayalı siyasi bir karardır.

28/03/2016
Güner YİĞİTBAŞI 
İzmir Barosu Üyesi Avukat

5 dalton için 78 milyonun geleceğiyle oynuyorlar!

CHP İstanbul Milletvekili Eren Erdem, katıldığı bir canlı yayın programında ABD’de tutuklu bulunan Reza Zarrab’a açılan davaya ilişkin dikkat çekici iddialarda bulundu.
ABD’nin Zarrab için yaptığı teknik takibe eski dört bakandan ziyade, mevcut kabineden de bakanların takıldığını belirten Erdem, “Teknik takibe 4 bakandan ziyade, kabindeki mevcut kişiler de takılmış, AKP’li bürokratlar da takılmış. Bu şunu gösteriyor, bu soruşturma bağlamında Reza Zarrab öyle ya da böyle konuşacak. Zarrab AKP’nin kara kutusudur ve şu anda AKP’nin kara kutusu ABD’de tutuklu. Geçen bir canlı yayında söylediğim gibi Zarrab, ABD’ye gitmeden önce İstanbul’da lüks bir restoranda 3 FBI mensubuyla görüştü. Belli bir anlaşmayla gitti zaten. FBI ve savcılık muhtemelen Zarrab’a dokunmayacağı yönünde güvence verdi. Şimdi iktidar cenahı diyor ki ‘Bizim Reza’yla ne alakamız var’. Reza Zarrab, İran’a yönelik ambargoların delinmesi bağlamında yargılanıyor. Şu husus çok önemli: Zarrab’ın Türkiye dışındaki para trafiğinin merkezinde de AKP var. Reza’nın Çin’de açtığı 7 şirkete Muammer Güler referans yani kefil oldu, bu alakasızlık? Reza’nın Türkiye vatandaşlığına geçirilmiş olması mı alakasızlık? Reza’nın yurtdışındaki tüm kirli ilişkilerinin ve kara para sirkülasyonunun merkezinde bu kişiler var. ABD’de Reza’yla birlikte aslında AKP de yargılanıyor ve Zarrab’ın suçunu itiraf etmesi bile bakanların suçlanması için yeterli.” dedi.
İçeride soruşturma başlamaması durumunda Türkiye’nin güvensiz ülke ilan edileceğini ifade eden Erdem, “Biliyorsunuz, Türkiye’de bir üretim ekonomisi yok; sıcak sermaye ve kara parayla ekonominin çarkları döndürülmeye çalışılıyor. Sarrab’ın olası bir suç itirafında, yabancı sermayeye muhtaç ve mahkum hale getirilen ülkemize ambargo uygulanır, kamu bankalarımız uluslararası kara listeye alınır. Bu durum ekonomik olarak geridöndürülemez bir krizin başlangıcı olur. Şu an tüm ekonomimiz Erdoğan’ın kişisel ilişkileri sonucu sıcak parayla idare ediliyor, üretim sıfır. Patatesi bile yurtdışından ithal ediyoruz. Rusya’yla, İran’la, komşularımızla ilişkilerimiz bitme noktasında. Turizm nedeniyle insanlar zararına otellerini satıyorlar. O çok güvendiğimiz Suudi kara parası ve Katar sermayesi, uluslararası sermayenin aleyhte alacağı bir kararla direkt olarak ülkemizden çekilir. Acilen ülkemizde bir soruşturma başlatılmalıdır diye boşuna uyarmıyoruz. Bir de şu hususun altını çizmek gerek: Mevcut iktidarla mücadele ederken asla ABD’nin bir yaptırımını esas alarak ve gölgesine sığınarak bu siyasi mücadele sergilenemez. Bazı muhalif çevrelerde ABD’nin yaptırımlarından medet uman bir yaklaşım görülüyor. Bizim tek derdimiz, ülkemizin bağımsız ve demokratik bir ülkeye dönüşmesi adına kamburlarından kurtulmasıdır.” dedi.
ERDEM: “ASIL SORUN AMBARGOYU DELMEK DEĞİL, KOLUNA 250 BİN LİRALIK SAAT TAKMAK!”
Zarrab’la girilen ilişki sonucu siyasilerin zenginleştiğini vurgulayan Erdem, “Bu davada bizi ilgilendiren, ambargonun tanınıp tanınmaması değil. Ambargo döneminde İran’la en yüksek ticari hacimde iş yapan Almanya’ydı. Bir ambargoya uymamanın elbette uluslararası sözleşmelere aykırılığı söz konusu, ancak burada mesele o ambargonun tanınmayışıyla beraber, o dönemde rüşvet ve kişisel nemalanma yoluyla haksız kazanç sağlayarak rant elde edilmesidir. Ambargoyu delmek değil, koluna 250 bin liralık saat takmak asıl mesele. Bir devlet siyasi stratejisi gereği ambargoların dışında hareket edebilir –ki aslında uluslararası anlaşmalar gereği etmemelidir– ama ambargoların dışına kişisel olarak zenginleşmek için çıkamaz. Reza’nın vatandaşlığa geçişi ve Reza’nın yanındaki korumanın tahsisi kadar ayrıcalıklı bir kişiliğe dönüşmesinin sebebi, Reza’nın siyasileri fazlasıyla zengin etmiş olmasıdır, ambargo değil. Bizi ilgilendiren en önemli kısım ise ABD’deki yargılamanın Türkiye’ye olumsuz etkileridir. Eğer zerre kadar haysiyet, vicdan ve onuru olan bir Cumhuriyet Savcısı varsa, cumhuriyeti müdafaa etmek adına ivedilikle harekete geçmelidir. ABD’de yargılama devam ederken, Türkiye’nin bir hedef haline getirilmemesi için Reza’yla işbirliği yapanların yargılanması gerekir.” dedi.
ERDEM: “BEŞİNCİ DALTONU MERAK EDENLERE SÖYLÜYORUM: 5. DALTON EFKAN ALA’DIR!”
Sadece eski bakanların değil, mevcut bakanların da suçu sürdürdüğünü ifade eden Erdem, “Reza Zarrab’ın mahkemede isim vermesine gerek yok, ‘ben yaptım’ diyerek suçu itiraf etmesi bakanların suçlanması için yeterli. Erdoğan Bayraktar bu süreçte aklandığını ve talimatla iş yaptığını belirtti. Kendisinin başbakanın talimatlarını Anayasanın sınırlarını aştığı halde esas alması, onun Başbakana sadakatini gösterir. Anayasayı esas almak yerine suç olduğu halde başbakanı esas aldığı içinAnayasaya karşı suçlar bağlamında müebbetle yargılanmalıdır. Başbakan değil kim olursa olsun, Anayasanın sınırları içinde hakeret etmeniz gerekiyor. Talimatla Anayasayı ilga etmek terör fiilinden farksızdır. Geçtiğimiz günlerde ‘5 tane dalton için 78 milyon insanın ciddi riskle karşılaştığından’ bahsetmiştim. Herkes 5. Daltonun kim olduğunu sordu. Muammer Güler’in Reza’ya sağladığı imtiyaz, Efkan Ala’nın bakanlığı sürecinde de devam etti, korumalar yine tahsis edildi. 5. Dalton Efkan Ala’dır. İktidar partisi yeni bakanlardan daha çok korksun.” dedi.
ERDEM: “CUMHURBAŞKANI REZA’YI TUTUKLAYAN POLİSLERDEN ÖZÜR DİLEYECEK!”
Türkiye’nin zarar görmemesi için hemen yargılama yapılması gerektiğini belirten Erdem, “Ben tekzibi olmayan bir gazetecilikten geliyorum, maalesef öngörülerimin çoğu gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Reza’yı tutuklayan polislerden bir gün özür dilecek. Şu an 5 daltonu korumayı, 78 milyonu korumaktan daha evla görüyor. İran mesela asıl ambargodan kurtulmak isteyen merkezken, Zencani’yi gözü kapalı çizdi. Bu kişiler geçmişte İran’ın ekonomik sistemi adına kullandığı adamlardı, sistem değişince küresel ekonomiye kapılarını açan İran, bunlara yer olmadığı için tasfiye etti.
ERDEM: “AKP DOKUNULMAZLIK KONUSUYLA ŞARK KURNAZLIĞI YAPIYOR”
Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunun istismara açık olduğunu belirten Erdem, “Türkiye’nin başında bir çift başlılık lafzı tutturulmuş gidiyor, sanki başbakan Erdoğan, cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Şu an aynı ideolojik kökenden gelen iki kişi ülkenin başında, peki o zaman sorun ne? Sorun, birilerinin ‘ben parlamenter sistemin benim meşruiyet alanımı sorgulayabilecek bir rejim olduğunu düşünüyorum, bizim kapalı sisteme geçmemiz gerekiyor, kapalı ekonomi, kapalı yargı, tıpkı Brunei kralı gibi olurum’ hesabıdır. Bunlar parlamenter sistemi tasfiyeye dönük yaklaşıma giriyorlar. Dokunulmazlıkları kaldıralım meselesi, bütün dokunulmazlıkları sınırlamak olarak hesaplanıyor. Yanlışlık olmasın, AKP dokunulmazlıkları kaldırılmıyor, sadece halihazırdaki fezlekeleri bir seferliğine işleme sokmak istiyor. Zaten yargı ellerinde ve vekillerinin dosyasına takipsizlik verileceğini biliyorlar. Ama muhalefet vekillerine sürekli yeni davalar açılıyor. Sadece benim Cumhurbaşkanına hakaretten 2 fezlekem var ve 14 aydan başlıyor cezası. Benim durumumda olan en az 150 vekil var. Yargı inanılmaz taraflı bir durumda. Geçtiğimiz gün ‘Lale Devri sarayları’ dediğim için Cumhurbaşkanına hakaretten dava açıldı. AKP ‘550 vekilin dokunulmazlığını kaldıralım’ dese biz zaten varız, hukuk önünde eşit olmayı savunuyoruz. Ancak yargı onların elinde olmasına rağmen bunu kabul etmiyorlar, onun yerine mevcut fezleke üzerinden işlem yapılsın deniyor. Dokunulmazlık üzerinden AKP, toplumsal muhalefeti hedef alıyor. Biz, CHP olarak, hesap vermekten hiçbir şekilde korkmuyoruz.” dedi.
ERDEM: “NEREDE HUKUKSUZLUK VE HAYDUTLUK VARSA BİZ ORADA OLACAĞIZ”
Programda CHP’de bazı isimlerin TV kanallarına kayyum atanmasına karşı çıkan vekillere yönelik açıklamasına değinen Erdem, “Bu hukuksuzluk kime yapılırsa biz onun yanındayız dedik. Yanlışın karşısında olmak erdemli olmaktır. Ergenekon ve Balyoz Davası gibi davalarda sorunlar yaşamış olan, belli hassasiyetleri olan vekil arkadaşlarımızın açıklamalarını anlayışla karşılıyorum. Zaten ikili mülahazalarda sık sık konuşuyoruz. Cemaate yönelik cemaatin kendisinin de özeleştirileri oldu, bizim de zamanında yaşanmış mağduriyetlere karşı sert eleştirilerimiz oldu. Ancak bugün muhalefetin elinde hiçbir TV kanalı, medya organı kalmadı neredeyse. Kayyım atamalarıyla yapılan şey haydutluktu, hukuksuzluktu, Anayasanın gaspıydı. Geçmişin bagajlarından kurtulmamız lazım, dün Ergenekon için ‘ben bu davanın savcısıyım’ diyenler, bugün de toplumsal muhalefeti yok etmeyi amaçlayan siyasetin odak noktası. Yarın Cumhuriyet’in, Sözcü’nün de başına kayyım gelebilir. Hürriyet’in de başına da gelecek dedik ama gerek kalmadı, Aydın Doğan’a dava açıldı zaten. Şimdi Hürriyet objektif haber yapıyor diyebiliyor muyuz? Biz Hürriyet’ten muhalif haber yapmasını beklemiyoruz, objektif haber yapsın yeter. Ama şurada açık bir gerçeklik var. Hürriyet’te Davutoğlu’nun olduğu kadar Kılıçdaroğlu haber oluyor mu? AKP’li vekillerin haber olduğu kadar muhalefet partilerin vekilleri haber oluyor mu? Biz ne olursa olsun, mağdurun yanında yer almalıyız.” görüşlerini ifade etti.

Babamın sütü çok acı - Işıl Özgentürk
Başlığımdaki sözler, babası tarafından cinsel istismara uğramış küçük bir kız çocuğunun konuşmasından. Günlerdir hiç durmadan bu söz gelip beni buluyor: “Babamın sütü çok acı!” Ardından, Ensar Vakfı’ndaki çocuk istismarı Meclis’in gündemine geldiğinde, araştırma komisyonu kurulmasına ret oyu veren AKP milletvekillerinin fotoğrafına bakıyorum. Nasıl bir iştahla iki ellerini birden havaya kaldırmışlar. İnsanı şoka uğratan bir fotoğraf.
Devletin çocuk istismarcılarını koruduğunu gösteren bundan daha etkileyici bir fotoğraf olamaz! Evet, devlet çocuk istismarcılarını hayırlı bir evlat gibi bağrına sokmaktadır. Dini vakıflarda, devletin koruması altında olması gereken yurtlarda, çocuk esirgeme kurumlarında, cezaevlerinde çocuk istismarı pıtrak gibi ortaya dökülünce ardından ortaya çıkan istismarlarda hâkimler tecavüzcülere sürekli indirim uyguladıklarında ben kendime sormadan edemiyorum: “Acaba bu ülkede çocuk pornosu, çocuk istismarı erkekler arasında sessizce kabul edilen, onaylanan bir sır mı?”
Karaman’dan başlayayım. 45 erkek çocuğa açıkça tecavüz eden bir dini bütün hoca(!) var. Bu olay çocukların ifadelerine göre iki yıldır devam ediyormuş. İki yıl çocuklar sırayla tecavüze uğruyor, hayvan pornosu seyretmeye zorlanıyor ama okulda hiç kimselerin haberi olmuyor! El kadar Karaman’da hiç kimsenin haberi olmuyor! Hiç kimse çocuğa neden doğru dürüst oturamadığını sormuyor. (Tecavüze uğrayan çocuklar bir süre rahat oturamazlar.) Bu çocuklar arasında hiç mi korkup, acıya dayanamayıp başka bir hocanın kapısına giden olmamış? Adam başka bir yere tayin edilmiş ama tecavüz ettiği çocukları gittiği yere getirip evinde misafir etmiş. Bu ne biçim iş!
Kimse kimseyi kandırmasın, bu herkes tarafından bilinen bir sır! Kabullenilmiş, kabullenilmiş olduğu, 45 çocuğun istismara uğradığı Karaman’da kimselerin sokaklara dökülmemesinden belli. Ayrıca para karşılığı 35 aile şikâyetinden dönmüş. Şimdi bana hiç kimse, Türk aile yapısının sağlamlığından, değerlerine sımsıkı bağlı olduğundan söz etmesin! Daha vahimi var, geçenlerde tarikat evlerinde bir süre kalan, dayanamayıp kaçan bir genç adamdan dinledim. Şöyle dedi: “Siz bu çocuk istismarına farklı bakıyorsunuz, oraya gönderilen çocukların aileleri farklı bakıyor.” “Nasıl” diye sordum. “Oralardaki hocalar adeta kutsal birer varlık olarak kabul edilir. Onlar asla kötü bir şey yapmazlar, şeytana uymazlar, diye düşünülür. Bu nedenle eğer bir dini bütün hoca çocuğa dokunmuşsa, bu çocuğa feyz vermek içindir. Yani çocuk adeta hoca tarafından kutsanmıştır.” Ben hiç bu açıdan düşünmemiştim. Bir de böyle düşünelim, belki çocukları için sokağa çıkmayan ahaliyi anlamaya başlarız.
Demek ki, hem devlet hem ahali tarafından özellikle de yoksul, koruma altındaki çocuklara tecavüz kabul edilir bir davranış biçimi, hatta bunu bulup ortaya çıkaranlar tehdit ediliyor, cezalandırılıyor. Örneğin Pozantı Cezaevi’ndeki tecavüz olaylarını ortaya çıkaran, kanıtlayan DHA muhabiri Zeynep Kuriş “devletin mahremiyetini ihlal”den tutuklandı. Tecavüze uğrayan çocuklardan dördü müebbetle yargılanmaya başladı. Tecavüzcüler tahliye edildi, yönetici ve gardiyanlar terfi aldı. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yok!
Ancak ülkemizin milletvekilleri, hâkimleri, savcıları hatta bakanları tecavüz sever olabilir ama neyse ki, bu ülkede tecavüzü en ağır insanlık suçları arasında gören bir kesim var. Şimdi bu kesim bütün olumsuz durumlara karşı o çocuklar ve diğerleri için savaşmak zorunda! Ve savaşacağız. İndirim yapan hâkimleri deşifre edeceğiz, tecavüzcüleri ortaya çıkaran gazetecilerin yanında olacağız! Çevremizdeki her dini kuruluşa kuşkuyla bakıp, o kapalı kapılar ardında neler döndüğünü anlamaya çalışacağız! Buradan dini vakıfları destekleyen kuruluşlara da bir çift sözüm var: Sponsorluğunuzu çekin! Yoksa biz telefon hattımızı başka bir kuruluşa taşıyacağız! Hangi kuruluştan söz ettiğim anlaşılmıştır. Bir başka not: Lütfen bu olayları anlatırken pedofili gibi bilimsel terimler kullanmayın, bunun adı sübyancılık ya da oğlancılık.

 Işıl Özgentürk/Cumhuriyet

Burası Senin Ülken Değil Türkiye, Demek de Ne Oluyor?
İstanbul Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nde düzenlenen DEİK Dünya Türk Girişimciler Kurultayı'nda konuşma yapan Cumhurbaşkanı ERDOĞAN'ın; MİT TIR'ları davasında yargılanan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül'e destek için mahkemeye gelen konsoloslar için söylediği; "Dün malum bir gazetecinin mahkemesi vardı. Bu yargılamaya katılanların durumu çok önemli. İstanbul'daki konsoloslar mahkemeye geliyor. Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada? Yani diplomasinin de bir edebi var, adabı var. Burası senin ülken değil, Türkiye. Sen konsolosluk binası veya konsolosluk sınırları içerisinde hareket edebilirsin, diğerleri izne tabidir.
Bunlar kalkıp bu ülkenin içerisinde bir gövde gösterisini yapabilecek kadar haddi tecavüz edebiliyorlar.
Oynanan oyunun tarzını göstermesi bakımından bu çok önemli. Demokrasi, insan hakları, özgürlük, seçim laflarını dillerinden düşürmeyenlerin, halkın desteğini alarak iş başına gelenlerle darbeciler karşı karşıya geldiğinde tercihlerinin hangisinden yana olduğunu hep birlikte takip ediyoruz, görüyoruz."şeklindeki, bazı Avrupa ülkelerinin konsoloslarını azarlayan ve onları küçük düşüren ve hafife alan talihsiz sözlerine, hayret etmemek ve bir Türk olarak üzülmemek ve utanç duymamak mümkün değildir.

Tayyip Bey'in; kendisini mağdur kabul ettiği ve bu nedenle de davaya müdahale talebinde bulunduğu ve mahkemenin kararıyla tartışmalı bir şekilde müdahilliğine karar verilen, ülkemizdeki ifade, ifadeyi açıklama, bilgi edinme ve basın özgürlüklerinin geleceğini yakından ilgilendiren, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL davası, bu yönüyle, alelade basit ve önemsiz bir dava değildir.

Gerçi, bu davada yasaya aykırı olarak duruşmanın aleniyetinin kaldırılmasına karar verilmiş olsa da, bizim yasalarımıza göre esas olan duruşmaların  aleniyeti olup, duruşmalar yerli ve yabancı herkese açıktır.Ceza Muhakemesi Kanununun 182/1 maddesinde; “Duruşma herkese açıktır” hükmüne yer verilmiştir.

Tayyip Bey tarafından eleştiriye tabi tutulan bazı Avrupa ülkelerinin ülkemizdeki temsilcileri olan konsoloslar da, duruşmaların aleni ve herkese açık olması ve özellikle de; kendilerinin,İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayan, İnsan Hakları Mahkemesinin yargı yetkisin kabul eden, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek amacıyla kurulan Avrupa Konseyi üyesi devletlerin temsilcileri olmaları nedeniyle, Can DÜNDAR ve Erdem GÜL davasını izlemek üzere, Çağlayan Adliye binasına gelmişlerdir. Gizlilik kararı alınacağından, önceden haberlerinin olması da mümkün değildir.

Tayyip Bey konuşmasında diyor ki; “Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada? Yani diplomasinin de bir edebi var, adabı var. Burası senin ülken değil, Türkiye.”

Vay, vay!

Tayyip Bey bilmiyor mu?

Herbiri bağımsız bir devlet olan ülkelerin, usul'en belirli bir sınırları ve klasik bazı  hükümranlık hakları mevcut ise de; Dünyayı kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşından sonra, bazı Avrupa ülkeleri bir araya gelerek ve Uluslar arası sözleşmelere imza atarak, belli konularda ve amaçlarda, bazı ortak değerlerde, özellikle insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek amacıyla, Avrupa Konseyi gibi Uluslar arası örgütler ve bu örgütlere bağlı larak İnsan Hakları Mahkemesi kurarak, İnsan Hakları Sözleşmesi gibi, insan hak ve özgürlüklerine ilişkin sözleşmelere imzalar atarak, sınırlarını delmişler ve hükümranlık haklarının bazılarından vazgeçmişler, ya da iyice sınırlandırma yoluna gitmişler, kendilerini bağlayan bu Uluslar arası sözleşmelere; anayasalarına koydukları özel hükümlerle, kendi milli kanunlarının hükmünde değer atfetmişler ve hatta, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin Uluslar arası sözleşmelerle milli kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, Uluslar arası sözleşme hükümlerinin esas alınacağını ve üstün tutulacağını kabul etmişlerdir.

Bizim anayasamızın 90. maddesi ile de; adil yargılanma hakkı, ifade ve ifadeyi açıklama, bilgi edinme ve basın özgürlükleri gibi, temel hak ve özgürlüklere ilişkin Uluslar arası sözleşme hükümleri, kendi milli yasalarımızın hükümlerinden daha üstün tutulmuştur.

Tayyip Bey bu hukuki gerçekleri sanırız biliyordur.Cumhurbaşkanı olduğuna göre, bilmek zorundadır.

Öyleyse, şimdi buradan Tayyip Bey'e soruyoruz. Siz;

Cumhubaşkanlığı koltuğunda oturmakta olduğunuz Türkiyenin de üyesi olduğu, ilgili sözleşmelerinde imzalarının bulunduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin milletvekillerinden seçilen belirli sayıdaki üye ile ülkemizin de temsil edildiği Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamenterler Meclisi, Avrupa Bakanlar Komitesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyine bağlı olarak kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi Uluslar arası örgütlerden, mahkemelerden ve sözleşmelerden, bunlarla kendimizi bağladığımızdan ve bazı hükümranlık haklarımızı sınırlandırdığımızdan haberdar değil misiniz?

Bu itibarla; özellikle insan hakları, temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek amacıyla kurulan Avrupa Konseyi gibi, üyesi olduğumuz ve Avrupa Birliği gibi, tam üyelik müzakeresi yapmakta olduğumuz Uluslar arası örgütlerin, yargı yetkisini kabul ettiğimiz Uluslar arası mahkemelerin ve imzaladığımız sözleşmelerin denetim ve gözetimi altında olan Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olarak; Avrupa Konseyi Üyesi Devletlerin ülkemizdeki temsilcilerine, burası benim ülkem, sizin ülkeniz değil, burası Türkiye, siz kimsiniz ya, sizin Çağlayan Adliyesinde, Can DÜNDAR'ın yargılandığı mahkemede ne işiniz var demeye,onları küçük düşürmeye, asla hakkınız ve yetkiniz bulunmamaktadır, Sayın ERDOĞAN.

27/03/2016
Güner YİĞİTBAŞI 
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Ormandaki hırsız! - Mehmet Halil Arık
Belki Patagonya’da
belki de, yakında bir ormanda;
Gönençli olmasa da;
tilki, kurt, kartal, karga, sürüngen
koyun, keçi, eşek, katır, at,
her türden bilcümle mahlukat,
“Öfke hitabette sanattır” demeden,
Farklı düşüneni hasım bilmeden,
kardeşce bir arada yaşarmış.
Demezmiş hiç biri,
bu ayı, bu deve, bu fare,
bu da karınca…

Erdemle mantık kazanırmış,
ihtiras kaybedermiş
savaşta; karşılaşınca…
İnancı kendineymiş herkesin,
Takiyye karışmazmış inanca.
Çalmak ayıpmış, hem dinde, hem de yasada!...
Vurgun, soygun, yalan, talan, fesat, nefret, kin
sıfır değilmiş toplumda amma,
Alçalmazmış bir nazır,
önüne yatacak kadar bir rüşvetçinin!...
*
Kadıya mülk değilmiş mahkeme henüz,
çivisiz değilmiş adalet,
kişiye özel değilmiş hukuk,
Yasalar hakimmiş toplumda.
orman yasaları değil.
“ileri” sıfatı bilinmese de,
işlevler sürermiş parlamentoda.
İki dudak arasında değilmiş ferman;
kerametlerde değil
bilimde tıpda aranırmış derman.
Beş parmak bir değilmiş amma;
“herkes eşittir” yazarmış anayasada.
*
Deve tellal,
sinek de berber değilmiş; amma…
orman, sahipsiz miymiş, neymiş!..
Beklenmedik bir anda
Siyaset mi icazet mi bilinmez,
çok bilinmedik biri
yerden bitmiş, gökten inmiş
ormana “baş” olmuş… seçilmiş.
*
Çok bilinmezmiş geçmişi…
Arkadaşı da yokmuş;
ne okuldan, ne hayattan.
Yalan olmasın,
okumuştuk basından
Birkaç dost edinmişmiş
üç aylık mapus damından.
*
Ben deyim 15 yıl; sen de yirmi beş
“baş” olup, milyarlara
hükmetmeden önce yani;
Bir yerlerde katip mi, ayakçı mı,
pazarcı mı neymiş!..
İyi bilinen bir diğer yönü;
rahle-i tedristen geçmiş.
Diyenlerin yalancısıyım ben de,
diploma da sahteymiş!..
Baş olmadan önce,
top koştururken görmüşler
ayakkabısı da delikmiş.
Bir gecekonduda yaşarmış
dört çocuk bir kendi bir de karısı.
Kristal bardaklı gümüş tepsili
masada olacak değil ya;
Tek odanın ortasında kurulurmuş,
o zamanlar,
ailenin yer sofrası
*
Okunmazken ormanda esamesi
Ben deyim siyasetin cilvesi…
Siz deyin demokrasi,
Kimileri desin “Ali Cengiz işi!”
Sihirli bir el deymiş besbelli;
Silyenibaştan oluşmuş ormanın zirvesi…
Yeni kadrolar açılmış, dört koldan.
Bu cambaz, bu koruma, bu danışman
İş adamı, bu yalaka, bu imam!...
İkinci bir ihtiyaca kadar, kadro tamam!..
Günden güne hep artmış,
kurtlar sofrasındaki sayı…
İkramlar arttıkça armudun iyisinden;
bu cüppe, bu sarık, bu yağdanlık,
bu yobaz, bu aymaz bu sihirbaz,
bu da bizden!...
Küfürbaz… demeden;
Eklenmiş kadroya
olmuşlar muteber dayı!..
İhtiraslar büyüyüp, sığmayınca saraya,
haberler iletilmiş, dünyada dört bir yana!..
Denmemiş;
Ne Arap’ın yüzü, ne de Şam’ın şekeri,
“Haydi; haydi ileri!...
Yola çıktı geliyor, dünya lideri!...”
Güç aldıkça, çevredeki alkıştan,
sanırsın tarih yeniden yazılacak
silyenibaştan!..
Aldanma; nutukların hepsi hikaye
Eser kalmamış ne dışarda ne ormanda,
kardeşlikten barıştan!...
Kurulur kurulmaz her tepede… zirvede otağ;
günbe gün çözülmüş dili…
“onlar” ya da “birileri!” ile başlar olmuş;
İki söylemden biri…
Ve eklermiş;
“hayallerimize yetişemez onların; düşleri!”
Nutukların dozu artmış gün be gün…
kindar ve öfkeli!...
Heyyy!.. demiş; yetmemiş.
Beheyyy demiş kar etmemiş…
Kinli ve birikimli gelmiş zirveye… besbelli!..
*
Satılmıştı ya “Babalar gibi”,
nesi var nesi yoksa ormanın hani;
taşı, toprağı, bankası,
madeni, öz serveti,
“Ormanın malı deniz”
Kimi milyon aldı, kimi milyar… pay etti.
Çok da ihtiraslıydı biri;
Milyar da yetmedi,
Payına Saraylar, saraylar, isabet etti.
Gemicikler kimine
kutularda dolar, kimilerine!...
*
Cehaletle ihanetin bileşkesi felaket!...
Taraf olacaksın savaşta umuttan yana,
bir kıvılcım kadar cürmün olsa da
Büyük hasret!...
Umuda umut katmak adına.
Her eylem bir ilkle başlar; sonrası iki, üç… beş..
Devamı ya hırsız yapar adamı, ya da arsız,,,
Birşey olmaz bir kereden demişse nazırın biri;
Tavır çirkin,
söz, tam bir cehalet…
Sözüm meclisten içeri!..
Söylenmişse şayet;
Nokta!.. söze nihayet!..
Ya halt etmiş, ya da haltı yemiş,
Yıkım nedir, bu değilse felaket!..
Susmak kabullenmektir!...
İşte budur, kişinin kendi erdemine ihanet!...
*
Dileriz dayanmıştır bıçak kemiğe!.
Kuruş çalan küreğe mahkum olurken
Milyonla çalan başa tac olsun… niye?

Sonu gelsin akşamın!...
Gelmedi mi vakti aydılığa çıkmanın?!..
Vakit tamam;
İster rüşvetçi arsız konuşsun!...
İsterse hırsız!..
Çıksın bir adam;
Haykırsın avaz avaz!..
“Vakit Tamam!..”
Tir tir titresin imam!..
 Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com
25 03 2016

Nazım'dan kalemini satanlara mektup - Nahit Duru

Olaylar diz boyu...
Sarraf'ın ABD'de tutuklanması hakkında yandaş medyada tek satır bile yok, diğer gazeteler ve televizyonlar duyuruyor haberi. Kimi heyecanla, kimi gönülsüz.
Gazetecilerin yargılanmalarına ilişkin haberler de bazı medya guruplarında görülmezken, bazıları ayrıntılı olarak veriyor.
Şehit haberleri ise, gazetelerde tek sütun, televizyonlarda da üçüncü dördüncü sırada verilmeye başlandı. Yani olağan sayılıyor, denildiği gibi terörle ve şehit haberleri ile yaşamaya alıştık havası yaratılıyor.
Ancak, cumhurbaşkanının, başbakanın konuşmaları, terörle mücadele haberleri büyütülüyor nedense.

Her dönemde iktidar gazeteleri, merkez gazeteler ve muhalif gazeteler olmuştur. 1980 öncesi örneklemek gerekirse Mustafa Özkan'ın Son Havadis'i Adalat Partisini tutardı. Ancak, bu partiyi en acımasız eleştiren de yine Son Havadis'ti.

CHP'yi destekleyen Barış Gazetesi'nin sahibi Yaşar Aysev, en ağır eleştirilerini bu partinin genel başkanı Bülent Ecevit'e yöneltmekten çekinmemiştir.
Büyük usta, ışıklarda uyuduğuna inandığım Kurtul Altuğ ve ağabeyim Sencer Güneşsoy'un önderliğindeki 7 Gün dergisi de CHP'nin daha iyi olması, iktidara ulaşabilmesi için Ecevit'i ve yönetimini ağır bir biçimde eleştirmiş, iktidar olduktan sonra da bu tavrını sürdürmüştü.
O günlerde, gazete patronları genelde yalnız gazetecilik yaparlar ve destekledikleri fikirlerin önderlerini bile eleştirmekten çekinmezlerdi.
Ya bugün...
Günümüzde, gazeteci patron kalmadı neredeyse, bir iki kuruluş dışında.
O nedenle de medya yayın politikaları da, gazetecilerin bakış açıları da çıkara dayalı hale getirildi çoğunlukla.
Bir de düne kadar, bu iktidarı destekleyip, bugün dönen ikinci cumhuriyetçiler, yetmez ama evetçiler de demokrat kesildiler. İnsanımızın başına ördükleri çorapları unutarak.
Bunları zaten tanıyorsunuz.
Ya kalemini iktidarların emrine verenlere ne demeli?
Barış sürecini alkışlayan, ardından terörle mücadeleye övgü yağdırıp, terörün artmasından muhalefeti sorumlu tutan.
Bunlar gerçekten inançları için mi, yoksa çıkar kaygısıyla mı yazarlar bilemem.
Nedeni ne olursa olsun, yazıktır, bu milletin doğru haber alma hakkına indirilmiş bir darbedir.
Bütün bu gelişmeler, büyük usta Nazım Hikmet'in bir satılmışa yazdığı mektubu anımsattı.
Nazım'ın günümüzde iktidardakilerin her fırsatta sözünü ettiği, köprülere geçitlere adını verdiği Necip Fazıl Kısakürek'e yazdığı o meşhur mektup şöyle:
"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin.. Necip'i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin seddini, o lisan-ı mücerred dilinle babıali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip.
Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme.
Eski dostun.
Nazım"


Nazım Hikmet, Necip Fazıl'ı değil de, günümüzdeki satılık kalemleri anlatmış sanki.

Yalnız, o kalemlerin büyük bölümü yarın iktidar değiştiğinde, AKP'nin en büyük korkusu olabilir. Çünkü, çok şey biliyorlar ve de satılık kiralık kalemdir bunlar. Çıkar için hemen dönerler.
Tıpkı, 1960'ların ortalarından beri tüm iktidarları destekleyen omurgasız Mehmet gibi...

Nahit Duru abcgazetesi

"Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs" - Gündüz Akgül
Yazının başlığını, yazılı medya haberlerinden ödünç aldım…
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında, MİT Tırlarını haber yaptıkları için açılan dava dün Çağlayan adliyesinde devam ederken, Cumhuriyet Savcısının isteğine uyan Mahkeme gizlilik kararı aldı…
Duruşmayı izleyen CHP ve HDP milletvekilleri, bu kararın hukuka uygun olmadığını ileri sürerek duruşma salonundan çıkmayı reddettiler…
Bunun üzerine mahkeme duruşmayı 1 Nisan 2016 gününe ertelerken, milletvekilleri hakkında,  "Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüsten"  Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunmaya karar verdi…
İşte yazının başlığı mahkemece alınan bu kararın medyada haberleştirilen bu tümcesinden alınmıştır…
Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünmeye ve aklımıza gelenleri söylemeye başlayalım…
-Davanın konusu gazetede yapılan haber olup tüm Türkiye ve dünya kamuoyunca bilinmekte ve gizli bir tarafı bulunmamaktadır…
-Alınan gizlilik kararı bu nedenle bizce de hukuka uygun değildir…
-MİT mensupları, Tırların aranması sırasında oluşan olaylarda taraflardan biri olduğu için davaya müdahil olma isteklerinin kabul edilebilir…
-Cumhurbaşkanının davaya müdahil olarak kabul edilmesi yanlıştır…
-Mahkemenin tutumu adil yargılamayı ortadan kaldırmıştır…
-Adil yargılama olmadan, adil yargılamayı engellemeye teşebbüste olamaz…
-Hukuka uygun olmayan bir karara itirazın yasal yollardan yapılması gerekmektedir…
-Bu nedenle milletvekillerin fiili direnişle dışarı çıkmamaları, mahkemece alınan karar karşısında vicdana uygunsa da, hukuka uygun değildir…
-Yapılacak hukuki işlem, gizlilik kararının alınmasını gerektirecek bir durum olmadığı halde, mahkemenin böyle bir karar alması, görevin kötüye kullanılması olduğundan bahisle, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na suç ihbarı yapılabilirdi…
2009 yılında beri devam eden bu tür davalarda, hukuk kurallarına mutlaka uyulması gerektiğini, günün birinde herkesin hukuka gereksinim duyacağını, hukuk kuralları yok sayıldığında o gün geldiğinde, aranan hukukun bulunamayacağını söyleye, söyleye dilimizde tüy bitti…
Ne yazık ki her seferinde bu hatalar yapılmakta ve kamuoyunda yargıya olan güven gün geçtikçe azalmaktadır…
Ergenekon diye adlandırılan malum davanın Cumhuriyet Savcıları ve Yargıçları, hukuk tanımazlıkları ile dile düştükleri dönemde hiç kimseyi dinlemeden, camcı dükkânına giren fil örneği hukuku darmadağın ettikleri için, şimdi kendileri hukuka gereksinim duyduklarında, darmadağın ettikleri hukuku arayıp bulamadıklarından canlarını kurtarmak için çareyi kaçmakta buldular…
Sevgili dostlar,
Bunları yazarken hukuka yıllarını vermiş biri olarak içimin acıdığını belirtmeden geçemeyeceğim…
Sonsöz;
Görevde olan değerli meslektaşlarım, sizlerde bizim gibi gelip geçicisiniz…
Hukuk kalıcıdır ve günün birinde herkese gereklidir…
Bu gün yaptığınız uygulamaların hukuka uygunluğu ile temellerini sağlamlaştıracağınız hukuk devletinde, çocuklarınız ve torunlarınızın güvencede olacağını unutmayınız…

26.03.2016
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Alışmak - Yılmaz Özdemir
Cumhuriyet tarihinin en büyük doğal felaketlerinden olan 17 Ağustos 1999’da yaşadığımız depremden sonra Türkiye değerli bir bilim insanı olan Ahmet Mete Işıkara’yı tanıdı ve onun‘’Depremle yaşamaya alışmalıyız’’ sözlerini belleklerine yazdı.

Söz çok doğruydu çünkü deprem sürekli kendini yenileyen doğanın kaçınılmaz gerçeğiydi ve olası depremlerde en az zarar görmek için önlemler alınmalıydı, ve depremi önlemek mümkün değildi.

Okumuşları Yadsıyanlar, Cehaleti Kutsayanlar - Cevat Kulaksız

“Cahil nesil lazım” mış!
Oysa bu dünyada cehalet kadar karanlık bir şey yoktur.

Hepimiz, dinci bir vakfın kurucusu olan Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı  Prof. Dr. Bülent Arı’nın bir TV programında söylediklerini duydunuz veya gazetelerden okumuşsunuz. Ne hikmetse, dinsel yönü ağır basan kurumlardan, kuruluşlardan ve de öylesine kişilerden, cinsel sapıklığa varan tecavüzlerden tutun da, çağ dışı, insanı şok eden söz ve davranışları duyuyoruz izliyoruz. Ayrıca ülkemizde  nedense, “dinci kinci nesil” dedikçe çocuğa, kadına tacizler, tecavüzler, cinayetler de artıyor.

Bu sözde aydın olması gereken, bir bilim yurduna yakışan söz ve davranışlar içinde olması gereken Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı  Prof. Dr. Bülent Arı, KRT TV programında "cahil, okumamış, tahsilsiz halkın ferasetine güveniyorum" diyerek cehaleti ve cahil insanları kutsuyor. Bir eğitim-öğretim kurumunda bir öğretim üyesinin böylesine, insanın aklına, hayaline gelmeyecek bağnazca bir laf etmesi ne kadar acı. ,İsterseniz, hiç fazla yorum yapmayarak, sözde Prof.Dr. Arı’nın bu garip sözlerine bir bakalım, aynen şöyle konuşuyor:
Okumuşları Yadsıyanlar, Cehaleti Kutsayanlar - Cevat Kulaksız

SÖZDE PROFESÖRÜN GARİP ÇAĞ DIŞI KONUŞMASI
"Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta  tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite  okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar, o beyannamenin ben neresinden tutayım. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye'yi. Türkiye'nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık."
“OKUMA ORANI ARTTIKÇA BENİ AFAKANLAR BASIYOR”
"Sultan Hamid devrine geri dönelim, Sultan Hamid, mülkiye olmak üzere Sultanileri kurdu. Yani medreselerde az çok kıt kanaat sadece dini tedrisat olmak yerine, laik eğitimi bütün ülkeye yaydı. Yani Osmanlı aydınlanmasını sağlayan Sultan Hamid'dir. Bu okullarda okuyanlar Sultan Hamid'i devirdiler. Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben açıkçası korkuyorum, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum. Ben sürekli Refik Halit gibi gözlem yapıyorum, trafikte en tehlikeli tipler üniversite mezunlarıdır. Bakın normalde hiç okumamış kesimler trafikte bir şey verdiğiniz zaman ona uyarlar, bunlar sürekli tehdit oluşturmazlar. Dünyanın gidişatını göremeyenler okumuşlardır. Okuma oranı arttıkça Türkiye'de olayları tahlil kabiliyeti azalıyor." [1]
O bilim yuvasında soyadını taşıyan bir arı kadar bile yararlı, verimli olamayacak kadar bağnaz düşünceler taşıyan bu Arı, ne diyor biliyor musunuz? “Ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır”.
Okumuşları Yadsıyanlar, Cehaleti Kutsayanlar - Cevat Kulaksız

Bu sözleri, ilkokul öğretmeni, bir medrese hocası değil de, Laik TC nin çağdaş olması gereken bir üniversite profesörünün söylemiş olması insanın yüreğini, vicdanını yaralıyor, dehşete düşürüyor.
Medrese hocasından daha beter olan bu profesörün dediğine göre, “Sultan ll. Abdülhamid’i okullarda okuyanlar devirmişler”. Unutmayalım ki, Osmanlı bilimsizlikten battı, son üç yüz yıl Rönesans’ın ve dinde yapılan reformun itici gücü, matbaanın da bilimi, bilgiyi yayan ivmesi ile Batı, nice buluşlarda, keşiflerde hızla ilerlerken, Osmanlı eğitimsizlikten, bilimsizlikten batmıştır. ll Abdülhamit de bu cehalet ortamında sıçrama yapan, ileri gitmek isteyen aydınlar, basın üzerinde tıpkı AKP-RTE iktidarının baskıcı, sansürcü tutumu gibi, toplumu baskı altına almış, artık ll Abdülhamid’in istibdadı toplumu korkunç gerdiği için onu alaşağı etmişler, Türk toplumunun önünü açmışlar.
Arı’nın övdüğü ll Abdülhamit devrinde, cahil çavuşlar, askerler nasıl okullu aydın subaylara saldırıyorlar,öldürüyorlarsa; cahil ve yobazlar, aydın kişileri aşağılayıp onlara saldırıyorlarsa; günümüzün gerici güçleri de kendi ordusuna, aydınına kumpas kuruyor. Hemi de günümüzde, dindeki çarpıklıkları, dinsel sömürüyü halka anlattıkları için, dinden nemalanan politikacılar,  cahil imamlar, Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk gibi aydın din adamlarına saldırıyorlar, Turan Dursun’u öldürüyorlar. Ne ki Sabahattin Ali’den, Uğur Mumcu’ya, Necip Haplemitoğlu’na kadar nice katledilen binlerce aydının katlinde onların izini bulabilirsiniz.
Bir arı kadar bile yararı olamayacak bu Arı’nın, "cahil, okumamış, tahsilsiz halkın ferasetin”den medet uman ve ll Abdülhamit devrinden bahseden bu adamınsözleri ile nasıl cehaleti ve cahil insanları kutsuyorsa, günümüzden tam 107 yıl önce aynı kafadan, aynı düşünceden olan Derviş Vahdeti de Volkan adlı devrin gerici ve yandaş gazetesinde okuma yazma bilmeyen bir paşayı nasıl kutsuyor:
OKUMA YAZMASI OLMAYAN PAŞAYI ÖVEN VOLKAN
“Derviş Vahdetî 3 Nisan (16 Nisan 1909) Cuma günkü gazetesinde Mehmet Muhtar Paşa’ya çok ağır bir dille cevap verir ve yazısına, “babası Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinde (93 Harbi)  maiyetinde hizmet etmiş ünlü asker Müşir Kurd İsmail Paşa’nın  okuma yazma bilmeyen bir insan olmasına rağmen, nasıl harikalar yarattığını bir bir hatırlatır, daha sonra da şöyle diyor: “Ah paşam, o erişilmez manevi kuvvetin ne olduğunu sen bilebilsen ve İttihad-ı Muhammedinin de onurla yanı kavrulmakta ve daima hakikate doğru adımlar atmakta bulunduğunu takdir buyurmuş olsan, sen de hemen bu cemiyetin sancakdarı olmayı canına minnet bilirsin. Lakin çi sûd! (anlayamazsın ki) [2]

Okumuşları Yadsıyanlar, Cehaleti Kutsayanlar - Cevat Kulaksız
 Vay Vayy demek ki, okuma yazma bilmeyen vezirlerle (paşalarla), eğitimsiz orduyla teknolojisi gelişmiş ordularla savaşmışız, böylece gerilemiş milyonlarca km2 toprakları kaybetmişiz. Şimdinin güya profları da, cahili, cehaleti övüyor, toplumun böylece geri kalmasına sinyal veriyorlar. Demek bizim bilim yuvalarında böyle prof lu öğretim üyeleri de var ha…Osmanlı’da da böylesine cahil ulemalar vardı. Ne ki Osmanlı’da okuma yazma bilmeyen vezirler, sadrazamlar vardı, ama gerileme devrinde.İşte bu düşüncede olan Osmanlı toplumunda, Osmanlı ordusunda gericiler, gericilik, cehalet, bağnazlık kutsandığı için az sayıda olan aydınlar dışlanıyor, aşağılanıyormuş. Bunun için ordu malı-alaylı denilen cahil çavuşlar, askerler böylesine Arı gibi bağnazların tahriki ile subayları katletmişler. (31 Mart Vakasında Yıldız Kışlası nice subaylar boğazlandı. Ayrıca, Donanmadan Asar-ı Şevket zırhlısı Kaptanı Deniz Binbaşısı Ali Kabûlî Bey ise gemisinin erleri tarafından Yıldız Sarayı’na götürülüp Padişah Abdülhamit’in gözleri önünde şehit edildi. (15 Nisan 1909) [3]

ERDOĞAN GİDERSE BİR ŞEY OLMAZ
Prof. Arı Aynı konuşmasında şunu da söylüyor:  "Erdoğan giderse tam bir felaketle karşı karşıya kalırız”. Vay vayy.Atatürk’ten bu yana nice cumhurbaşkanları geldi ne oldu ülkeye, sizinkinden başka hangisinde felaket geldi veya onlardan sonra.
Felaket şunun için olur, çağdaş ülkelerdeki gibi özgür, gerçek ve bağımsız yargı olursa, 14 yıldır AKP-RTE iktidarında, yasa dışı, anayasa dışı eylem ve tavır içinde olanlar, iftira ve kumpasla paralel işler çevirenler, Deniz Feneri’nden, 17/25 Aralık olaylarına kadar bu işlerde izi, bezi olanlar yargılanır. İşte Arı’ın felaket dediği budur.
Cumhuriyet Döneminde başta, Atatürk, İnönü Bayar ve öteki cumhurbaşkanları öldüğü zaman ülkemiz felaketle mi karşı karşıya kaldı? Bu yandaşların endişe ve korkusundan başka bir şey değildir. 14 yıldır Cumhuriyetin gerici frenine, gerici parantezine rağmen, TC ebediyen yaşayacaktır, Arı’lar, sinekler bilmem nice gericiler böylece bilmeliler.

 Cevat Kulaksız 
ckulaksizster@gmail.com

SONNOTLAR
[1] https://www.evrensel.net/haber/275541/sabahattin-zaim-universitesi-rektor-yardimcisi-cahil-halka-guveniyorum
 [2] 31 Mart 85 Yaşında Bir Geri Dönüşün Mirası Cemal Kutay Kazancı Kitap 1994 sf 426-446
 [3] https://www.izzettincopur.com/index.php?option=com_content&view=article&id=83:31-mart-ayaklanmasi-&catid=44:tarh-olaylar&Itemid=49

Bir Devletin İtibarının Kriteri 1150 Odalı Lüks Saray Olursa
Bildiğiniz gibi ülkemizde geçtiğimiz temmuz ayından itibaren azan ve şiddetlenen bölücü PKKve IŞİD terör örgüteri tarafından gerçekleştirilen,başkentimiz Ankara da dahi üç kez tekrarlanan ve toplu katliamlara dönüşen terör eylemlerinde, yaklaşık 300 polisimiz ve askerimiz şehit edilmiş, bir o kadar masum insanımız da, hayatlarını kaybetmiş veya yaralanmışlardır.

Her uyandığımız sabah, şehit haberleri almamız artık alışkanlık haline geldi, insanlarımız teröre yönelik tepki reflekslerini neredeyse kaybetmek üzere.

Bu arada geçtiğimiz aylarda Pariste ve iki gün önce de Brükselde terör saldırıları oldu ve onlarca masum kişi hayatlarını kaybettiler ve yaralandılar.

Paris saldırısı Dünyada büyük yankı uyandırdı ve tüm devletler, Paristeki terörü lanetlediler ve üst düzey yöneticilerini Paristeki cenaze töreninde hazır bulundurdular, ülkemizi de Başbakan DAVUTOĞLU temsil etti.

Keza, iki gün önce Brükselde gerçekleştirilen terör eylemi nedeniyle de, tüm Dünya Devletleri tepkilerini en üst düzeyde gösterdiler, çeşitli protesto eylemleri yaparak, terörü eylemli olarak da lanetleyerek protesto ettiler.

Paris ve Brüksel için gösterilen, bu terörü lanetleme ve protesto eylemlerine ve Paris ve Brüksele gösterilen büyük desteğe tanık olan AKP iktidarı ve yandaşları; tüm Dünyanın Paris ve Brüksel için gösterdiği bu yoğun duyarlılık ve desteğin, terörün daha acı bir şekilde vurduğu ülkemiz için niçin gösterilmediğini eleştirmeye başladılar.

AKP iktidarı; ülkemize yönelik, Dünya'nın bu duyarsızlığının temelinde yatan gerçeklerin neler olabileceğini düşünüyor mu acaba?

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin itibarını, 1150 odalı  çok lüks ve şatafatlı kaçak sarayda arayanlar, bu görkemli sarayı; bu saray, devletimizin itibarını ve saygınlığını temsil ediyor, bu sarayı devletimizin itibar ve saygınlığını sağlamak ve artırmak için yaptık diyerek millete yutturmaya çalışanların,

Atatürk'ün oturduğu Çankayadaki Cumhurbaşkanlığı köşkünü, kendileri için erişilmesi çok güç olan bir imkan ve lütuf olarak kabul ederek, bu köşkte oturup görev yapmak, ulaşılması çok zor olan bu onur ve şerefe nail olmak yerine, 1150 odalı lüks ve görkemli, çok büyük paralara mal olan kaçak sarayı tercih edenlerin,

Yanlış iç ve dış politikalar uygulayarak, içeride ve dışarıda tüm terör örgütlerine teslim olanların, siyasi  çıkarları için bölücü terör örgütü PKK'nın Doğu ve Güneydoğu il ve ilçelerimizi terör örgütü militanlarının yuvası haline getiren ve bu il ve ilçelerimizi silah,mühimmat ve patlayıcı maddelerin deposu haline getirilmesine, buralarda hendekler kazıp, barikatlar kurulmasına göz yumanların,

Bu aymazlıkları sonunda, terörün ve katliamların azmasına, masum insanlar ile asker ve polislerimizin şehit olmalarına neden olanların, hergün tekrarlanan terörü ve katliamları halkımıza kanıksatan ve toplu katliamları dahi, olağan ve adi bir polis vak'ası seviyesine indirgetenlerin,

Tüm bu olup bitenlere rağmen, bu terör ve katliamların siyasi sorumluluğunu üstlenerek, gereğini yapıp istifa etmeyi düşünmeyenlerin, istifa etmedikleri gibi, kürsülerden yaptıkları konuşmalarda seslerini yükselterek, muzaffer bir komutan edasıyla, o baş edemedikleri terör örgütlerine kuru sıkı meydan okuyanların,

Teröre teslim olmayacağız demelerine rağmen, bir futfol maçınının güvenlik içinde yapılmasını sağlayamayacaklarını itiraf anlamına gelecek şekilde, spor müsabakalarını iptal edenlerin,

Kadın haklarına saygı duymayanların, ülkesinde hergün sevgilisi ve eski kocası tarafından öldürülen kadınlarımızın bu acı akibetlerine  son veremeyenlerin,

Demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, insan hak ve özgürlüklerinin tavan yapacağı yeni bir özgürlükçü Anayasa yapacaklarını dillerine dolayarak, sık sık tekrarlamalarına rağmen, 12 Eylül Darbe Anayasası olarak küçümsedikleri yürülükteki anayasayı dahi bekleme odasına alarak, fiili bir başkanlık rejimi kurduklarını alenen ve korkmadan ilan ednlerin ve ülke kan gölüne geldiği, hergün onlarca insanımız ve güvenlik görevlimizin hayatlarını kaybetmelerine rağmen, ülkenin başka sorunları yokmuş gibi, hala başkan olmak için çaba gösterenlerin,

Laikliği, insan hak ve özgürlüklerini, yargı bağımsızlığını, ayak bağı kabul edenlerin,

Anayasada yer alan basın, düşünce ve düşünceyi açıklama, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerini fiilen kullandırmayan, muhalif gazetecileri tutuklatan, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüklerini kullanarak iktidarı eleştirenleri, Cumhurbaşkanına hakaret ettikleri gerekçesiyle mahkemelerde süründüren, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerini kullanmak için meydanlara çıkanların üzerlerine, tomalardan tazyikli su, gözlerine biber gazı sıktıranların,

Muhalifleri, Cumhurbaşkanına hakaret suçuyla korkutarak, suçsuz muhalifleri bu suçlama ile susturmak isteyenlerin ve bu suçu siyasi amaçları ve muhalefeti susturma aracı olarak kullanarak suiistimal ettikleri için, Avrupa Birliğinden, “Ceza Kanununuzdaki Cumhurbaşkanına hakaret suçunu, suç olmaktan çıkarınız” uyarısını alanların,

Haklarında yolsuzluk ve rüşvet iddiaları bulunan bakanları, Yüce Divana sevk etmekten korkarak, mecliste aklayanların, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerine gitmeyenlerin, milletine, adaletin gerçekleşmesi ve hakikatlerin açığa çıkması için Amerikan yargısından medet umdurtanların,

ATATÜRK ve İNÖNÜ dönemlerini de kapsayan 93 Yıllık laik Cumhuriyet dönemini enkaza benzeterek, kendilerini, bu enkazı kaldıran kişiler olarak gösterenlerin,

Ülkemizin karşı karşıya kaldığı ağır terör ve toplu katliam eylemlerine rağmen, Paris ve Brüksel de olduğu gibi, Dünya Devletlerinin, bize de, sözde kalmayan, eylemsel destek vermelerini istemeye ve bu desteği vermedikleri için onları eleştirmeye hakları yoktur.

Bir ülkenin görkemli, pahalı ve çok odalı Cumhurbaşkanlığı Saraylarıyla itibarlı ve saygın olamayacağını, artık herkesin anlamış olduğunu zannediyoruz.

24/03/2016
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget