Mart 2015
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Günün Öne Çıkan Adamı Dursun Çiçek - Güner Yiğitbaşı
Konuya girmeden önce, seçim bölgesinin yaklaşık yarısında milletvekili adaylarını partiye kayıtlı üyelerin iştirakiyle, hakim nezaretinde  yapılan ön seçimlerle belirleme  yolunu benimseyerek, parti içi demokrasiye verdiği önemi gösteren CHP'yi bu asil ve demokratik tavrından dolayı kutluyoruz.

CHP, yapmış olduğu bu ön seçimle, parti içi demokrasiye olduğu kadar, genel olarak demokrasiye ve seçmenin iradesine verdiği değeri açıkça göstermiştir.

Şimdi gelelim asıl işlemek istediğimiz konuya ve ön seçimlerde İstanbul 2.Bölgeden ikinci sıraya oturarak CHP Milletvekili olmayı garantileyen Emekli Deniz Kurmay Piyade Albay Dursun ÇİÇEK'e.

Hepiniz, Dursun ÇİÇEK adını duymuş olmalısınız.

Dursun ÇİÇEK; üç beş sene önce, yurtsever bir kısım Türk Silahlı Kuvvetler mensuplarının, Ergenekon ve Balyoz torbalarına atılarak tutuklanmaya başlandıklarında, ismi, irticayla mücadele eylem planını hazırlayarak bu belgeyi imzalayan kişi olarak anılmaya başlanan ve hükümeti devirmeye teşebbüs etmekle suçlanıp, Ergenekon ve Balyoz soruşturma dosyalarının sanığı haline getirilerek, cemaat ile AKP'nin işbirliği halinde yıllarca özgürlüğünden mahrum bıraktığı, kumpas mağduru emekli Deniz Piyade Kurmay Albayımızdır.

Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının mağduru olan ve uzun süre cezaevlerinde çile çeken bir kısım silahlı kuvvetler mensupları; bu mağduriyetlerini kullanarak, uğradıkları mağduriyetin halkımızda yarattığı sempatiden istifade ederek ve yaşadıkları mağduriyetin acı tecrübelerini politikada değerlendirmek, haksızlıklarla mücadele etmek amacıyla siyaset yapmaya karar vererek 7 Haziranda yapılacak milletvekilleri seçimlerinde milletvekili aday adayı olmak üzere başvuruda bulunmuşlar, bunlardan birisi de, CHP ye katılarak,CHP İstanbul 2. Bölgeden milletvekili aday adaylığına başvurarak önseçime giren Deniz Piyade Kurmay Albay Dursun ÇIÇEK dir.

Politikaya atılan Ergenekon ve Balyoz mağduru subayların çoğunluğu, hissi ve duygusal nedenlerle, kendileri gibi Ergenekon sanığı ve kumpas mağduru olan Doğu PERİNÇEK'in partisini tercih etmişlerdir.

Daha önceki seçimlerde göstermiş olduğu performansına göre, %10 gibi çok yüksek olan seçim barajını aşması mucizelere bağlı olan Doğu PERİNÇEK'in partisini tercih ederek politika yapma kararı alan bir kısım emekli subayın, çöpe gidecek olan oylarla, istemeden de olsa  AKP nin değirmenine su taşıma hatasına düşmeden, baraj sorunu olmayan ve AKP'ye  alternatif olabilecek,AKP'nin tek başına iktidar olmasının önüne geçebilcek konumdaki ana muhalefet partisi CHP'yi tercih ederek, CHP de politika yapma kararı alan, bu kararını da, CHP'nin Meclis Grup Toplantısında katılarak açıklayan, bizzat KILIÇDAROĞLU'na parti rozetini taktırarak seçim mücadelesine başlayan ve girdiği ön seçim sonunda, İstanbul 2. Bölgeden ikinci sıraya oturma başarısını göstererek, CHP İstanbul Milletvekili olmayı garantileyen  Dursun ÇİCEK; parti tercihi, uyguladığı seçim, taktik ve stratejisi ile sonuç almasını bilen ve yeni girdiği politika savaşını kazanan başarılı bir kurmay subay olduğunu göstermiştir.

Bu nedenle, biz, bir CHP seçmeni olarak, Sayın Dursun ÇİÇEK'in, bu başarısıyla, son günlerin ismi öne çıkacak ve ön seçim başarısı tartışılacak olan kişisi olacağını düşünüyoruz.

Sonuç olarak; Türkiye genelindeki seçim bölgelerinin yaklaşık yarısında ön seçim yoluyla aday belirleme yöntemini tercih eden CHP yönetmini, bu demokratik tavrı nedeniye, ilk defa politikaya girerken yaptığı parti tercihi ve uyguladığı taktik ve strateji ile İstanbul 2. Bölgesinden katıldığı ön seçimi kazanarak, CHP İstanbul Milletvekili olmayı garantileyen Sayın Dursun ÇİÇEK'i de, bu başarısı nedeniyle yürekten kutluyoruz.

31/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Keşke Öngörülerimde Yanılmış Olsaydım - Gündüz Akgül
Türk Bilgi Araştırma ve Danışmanlık Şirketi’nin İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa Başta olmak üzere 40 ilde 11 bin 380 kişi ile yaptığı anket sonuçlarını basından okuyunca, halkımızın büyük çoğunluğunun hala tehlikenin farkında olmadıklarını söylemek fazla abartı sayılmaz…
Bu bağlamda, Atatürk ilke ve devrimlerinin ödünsüz savunucusu Cumhuriyet Gazetesinin, günlerce yayımladığı “Tehlikenin farkında mısınız?” uyarısında ne kadar haklı olduğu kendiliğinden meydana çıkmaktadır…
Ankete verilen yanıtlara baktığımızda, siyasilerin yıllarca yaptığı hatalar sonucu, ülkeyi getirdikleri bu günkü durum hakkında, ankete katılan çoğu yurttaşların bilgi sahibi olmadığı gibi, ülke sorunları hakkında son derece duyarsız ve ilgisiz oldukları da görülmektedir…
Dikkatimi çeken anket sorularına baktığımda:
Cumhurbaşkanı kim olmalı? Sorusuna yanıt verenler, sanki bu ülkede eskilerden başkaları yokmuş gibi, yine Sayın Demirel’i, Sayın Baykal’ı, Sayın Bahçeli’yi, sahneye davet ediyorlar. Halen Başbakan olarak uygulamaları görülen Sayın Erdoğan’ı da Cumhurbaşkanı olarak görmekten sakınca görmüyorlar…
Oysa;
Gerek uygulamaları, gerek dürüst, sakin ve gösterişten uzak kişiliği, gerek engin hukuk bilgisi ve en önemlisi laik Cumhuriyete ödünsüz bir şekilde sahip çıkışıyla halkın sevgisini kazanmış Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’e % 19.7 oranında oy verilirken büyük bir haksızlık ve değer bilmezlik yapıldığı inancını taşıyorum…
Sayın Erdoğan’ın Başbakan olarak tüm uygulamaları her gün yazılı ve görsel medyada yurttaşların bilgisine sunulduğundan, % 10.82 oranındaki olumlu oylar konusunda ki yorumu yurttaşlara bırakmakla birlikte kişisel görüşüm, ülkenin daha büyük kaosa girmemesi için kesinlikle Cumhurbaşkanı olmaması gerekmektedir…
Sayın Demirel ülkede 40 yıl sahne alırken, sanki imam okullarının açılış şampiyonluğunu kimseye bırakmayan, bu şekilde oy uğruna yüce dinimizi siyasallaştıran ve istismar eden, bu günkü iktidarın orijini olan partiyi (MSP) I. ve II. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine alarak, koruyup kollayan ve yol almalarını sağlayan, anarşi belası yüzünden günde 20 gencimizi yitirdiğimiz günlerde “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyerek yanlı davranan kişi değilmiş gibi, üçüncü sırada % 8.44 oranında oy almasını yadırgıyorum…
Laik Cumhuriyetimizin kuruluşu ile yaşıt olan Atamızın Partisi CHP’nin başına geçtiği günden beri, Partiye sürekli kan kaybettiren, Parti içi demokrasiyi elinin tersi iterek, diğer düzen partileri gibi lider sultasını geçerli kılan, küçük olsun benim olsun mantığı ile hareket ederek, iktidarı kendine hedef seçmeyen, kendisine biat etmeyen tüm sosyal demokratlara, muhalif yaftası girdirerek partiden uzaklaştıran Sayın Baykal’ın, dördüncü sırada % 8.2 oranında oy almasını da bu gerekçelerle yadırgıyorum…
Teröre bulaşan bir grubu himayesine alan, 12 Eylül öncesi yurt genelinde kamp kurup, bu kişileri devlet olanakları ile eğiten, birçok cinayete ve toplu olaylara (Kahraman Maraş, Çorum) karışan kişileri koruyup kollayan, devlet kadrolarına yandaşlarını yerleştirip, taraflı bir yönetimin oluşmasını sağlayan, ırkçılık damgası yiyen bir Partinin Başkanlığını devir alan, Sayın Bahçeli bazı iyi niyetler sergilemek istemişse de, bunda başarılı olduğu söylenemez. Hala eskisi kadar olmazsa bile ülkücüler özellikle üniversite çevresinde korku salmaya devam etmektedirler. Kendi parti gençlik teşkilatına hakim olamayan Sayın Bahçeli’nin, ülkeye nasıl hakim olacağından kuşkuluyum…
Gerçi ankette, kesinlikle Cumhurbaşkanı olmamalı? Sorusun da; Sayın Erdoğan için %71.28, Sayın Demirel için %61, Sayın Baykal için%56, Sayın Bahçeli İçin 54 oranında oy kullanılmışsa da, benim itirazım, bu beylerin geçmişleri bilindiği halde halen sahneye davet için verilen olumlu oylaradır…
Bu yazıyı yazmama neden olan ise Cumhurbaşkanın eşi türbanlı olabilir mi? Cumhurbaşkanın eşinin türbanlı olmasını ister misiniz?  Sorusudur…
Bu soruya verilen yanıtlar çok düşündürücüdür. Son yıllarda İktidar partisi, dini cemaatler, tarikatlar, tarafından desteklenen ve kamu alanında kullanılabilmesi için çok çaba sarf edilen Sıkmabaşın (türbanın) şeriat simgesi olduğu Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi Yüksek Türk Mahkemeleri ile AİHM tarafından bir birine uygun kararlarla belirlenmesine karşı, laik Cumhuriyet yurttaşlarının bu tehlikeyi hala görmemeleridir…
Soru yanıtları şöyle;%7.7 evet, %41.5 hayır, %40.6 fark etmez, % 10.2 fikrim yok. Dikkat edilirse fark etmez ile fikrim yok diyenlerin toplam oy oranları % 50.8 dır. Bu demektir ki ankete katılan 11 bin 380 yurttaşımızın yarısından fazlası, şeriatın laik Cumhuriyet için oluşturduğu tehlikenin farkında olmadıkları, ülkenin gündemine ilgisiz davrandıkları anlaşılmaktadır…
Onun için diyorum ki, Sayın Sezer’in tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesine yasal engel olduğundan, eskilerden medet ummak yerine, laik Cumhuriyete sahip çıkan, ülkenin yönetiminde kalıplaşmış doğmaları değil, ilim ve bilimi rehber alan, tüm yurttaşları kucaklayan ve ülkeyi çağdaş uygarlığa taşıyacak birini bulup Cumhurbaşkanı seçmek gerekmektedir…
Sevgili Dostlar,
Okuduğunuz bu yazıyı 25.09.2006 tarihinde “TEHLİKENİN FARKINDA OLMAYANLAR” başlığı ile yazmıştım…
O günden bu güne kadar tehlike gittikçe artmasına ve tavan yapmasına karşın hala bunun farkında olmayanlar var…
Tehlikenin farkında olanların 7 Haziran genel seçimlerinde bir araya gelmeleri zorunlu hale gelmiştir…
Atı alan Üsküdarı geçmeden…

31.03.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Olan çift başlılık ve yetki çatışması değil yetki gasbıdır!...
Ülkemizde, mevcut bazı kavramlar ile müesseselerin, insanların kendi çıkarları için nasıl çarpıtılmakta olduğunu, ibretle ve hayretle izlemekteyiz.
En başta Tayyip Bey olmak üzere, başkanlık sistemini savunanlar, parlamenter sistemin ülkemizde işlemediğini, çift başlılık ve yetki çatışması yaratan bu sistemle, ülkemize ve milletimize hizmet etmenin mümkün olmadığını beyan ediyorlar.
Ahmet Bey de, parlamenter sistemin değişmesi gerektiğini, zira Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmekte olduğunu, halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanının göreve başlamasıyla, parlamenter sistemden uzaklaşıldığını, hesap verenle yetki sahibinin aynı kişi olmasının sağlanmasının gerektiğini beyan etmektedir.
Doğrudur, ülkemizde yürürlükte bulunan ve 12 Eylül darbecileri tarafından yapılarak yürürlüğe sokulan ve içerdiği hükümlerle, siyasi partileri lider sultasına sokarak, parti içi demokrasiyi yerle bir eden bugünkü Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarıyla, gerçekten, tüm kurallarıyla işleyen batı tipi bir parlamenter sistemi ülkemizde uygulayamazsınız.
Gerçekten; milletvekili adaylarını bizzat parti liderinin seçtiği, milletvekili seçilerek parlamentoya gelmelerini, parti liderine borçlu olduklarının inancını taşıyan milletvekillerinin, parlamenter olarak oy kullanırlarken, liderlerinin kendilerinden istediği her şeyi, kayıtsız şartsız yerine getirilmesi gereken bir emir olarak değerlendirdikleri ve liderine mutlak surette biat ettikleri, ülke ve millet menfaatlerinin ikinci plana atıldığı ülkemizde, gerçekten, yasaları, ülke ve millet yararına, enine boyuna tartışıp, kılı kırk yararak yapan, iktidar partisine mensup olsalar dahi, yeri geldiğinde hükümeti ve hükümet üyelerini Anayasada yer alan usul ve yetkilerini kullanarak denetleyebilen, iktidarın ve iktidarın başındaki parti liderinin her istediği yasaya olumlu bakmaya kendilerini mecbur hissetmeyen, ülke ve millet yararına, demokrasinin kurallarına ve insan hak ve özgürlüklerine uygun bulunmayan yasalara olumlu oy kullanmayarak, yeri geldiğinde iktidara direnebilen milletvekillerinden oluşmayan meclislerle yasama yetkisi kullanılan ülkemizde, batı tipi gerçek bir parlamenter sistem, tüm kurallarıyla işleyemez.
Bu itibarla,maalesef ülkemizde gerçek bir parlamenter sistem işlememektedir.
Ancak, bize göre, şu anda ülkemizde parlamenter sistem işlemiyor, bu nedenle parlamenter sistemi terk edelim, başkanlık sistemine geçelim diyenler, yanılmaktadırlar. Aslında, ülkemizde; Tayyip Bey Başbakan iken de, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, şu an da, lider sultası ve parti içi demokrasinin işlememesi nedeniyle hayata geçirilemeyen parlamenter sistemin yerine, fiilen uygulanmakta olan rejim, Tayyip Bey'in liderliğindeki Türk tipi bir başkanlık rejimidir.
Parlamenter sistem, ülke yönetiminde çift başlılık yaratmıştır ve yetki çatışmasına neden olmaktadır, eleştirisini yapmaya en başta Tayyip Bey olmak üzere kimsenin hakkı ve yüzü yoktur.
Tayyip Bey ortalığa çıkacak, ben halkın doğrudan oylarıyla Cumhurbaşkanı seçildim, Anayasa falan tanımam, Anayasada olmayan yetkileri kullanırım, parti genel başkanı gibi davranırım, Başbakan gibi icraat yaparım ve yetki kullanırım diyecek ve bilerek ve isteyerek ve Anayasayı çiğneyerek yetki çatışması çıkaracak ve ondan sonra da suçu, günahı olmayan parlamenter sistemin üzerine atarak, parlamenter sistemi kötüleyecek. Pes doğrusu. Bunun, gözünün üstünde niye kaşın var diyerek suçsuz ve günahsız bir kişiyi öldürmeye kalkışmaktan ne farkı var?
Başkanlık sistemine geçmek için dayatan Tayyip Bey, başbakanlığı döneminde, ülkeyi parlamenter sistemin kuralları içinde yönetmemiştir ki, parlamenter sistemden dert yanmaya ve onu kötülemeye hakkı olabilsin.
Tayyip Bey;kendisine, katı ve mutlak bir disiplin içinde itaat eden, ismine torba yasa, çuval yasa ne derseniz deyiniz, çıkarmak istediği her yasayı, talep ettiği her şeyi, mutlak surette itaat edilmesi gereken bir emir olarak telakki eden meclis çoğunluğunu kullanarak, kısa sürede ve kolayca çıkarıp yürürlüğe sokabilmiş, meclisin, hükümeti denetleme yetkisini yine kendi meclis çoğunluğunun oylarıyla etkisiz kılabilmiş, özellikle GÜL'ün son yedi senelik Cumhurbaşkanlığı döneminde, Başbakan olarak, istediği her kararnameyi hiçbir engele takılmaksızın köşkten geçirebilmiş ve GÜL'ün Anayasal yetki hudutlarını da aşmaması nedeniyle, ülkeyi tek başına bir başkan gibi yönetmiştir.
Değişen şu olmuştur, Tayyip Bey Cumhurbaşkanı seçilmek istemiş ve halkın doğrudan reylerini alarak Cumhurbaşkanı seçilince, altında yetkili ve sorumlu bir Başbakan'ın varlığı onun egosuna ve kibrine uygun düşmemiştir.Teşbihte hata olmaz, ülkemizi bir çöplüğe benzetmek istediğimiz falan yok ama, Tayyip Bey,başkanlık sistemini,çöplüğün tek horozu olmak ve tüm yetkileri kendisinde toplamak için istemektedir.
Tayyip Bey, bu isteğinde o kadar kararlıdır ki, Anayasamıza göre, tarafsız ve eski partisiyle ilişkisini kesmiş olması gerekmesine rağmen, AKP Genel Başkanı gibi konuşmaya ve davranmaya devam etmekte, AKP' nin seçim bildirgesini bizzat okuyarak, ona ilaveler yaparak katkı sunmakta, meydanlarda konuşarak halktan AKP'ye oy talep etmekte, Anayasayı ihlal etmekte bir sakınca görmemektedir.
Burada, önemle bir hususa değinmek istiyoruz. Anayasa, Anayasada öngörülen usullerle değiştirilmedikçe,Anayasanın tüm hükümleri, en başta Tayyip Bey ve onu Cumhurbaşkanı seçilsin diye oy kullanan kişiler olmak üzere,istisnasız herkesi bağlar.Bu nedenle, Tayyip Bey'e Cumhurbaşkanı olma yolunu açan seçmenlerin bu iradeleri, Anayasada yer alan Cumhurbaşkanının mevcut görev ve yetki alanını asla genişletemez. Hiç kimse, kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz, hiç kimsenin, halkın doğrudan oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Bey'in yetkileri artmıştır, ülkeyi fiilen başkan gibi yönetebilir demeye hadleri ve hakları yoktur.
Başbakan Ahmet Bey, en baştan hata yapmış ve başına gelecekleri bilerek, emanetçi Başbakan olmaya rıza göstermiştir. Bu nedenle de, sorumluluk kendisine ait olduğu halde, ülkeyi sorumsuz bir Cumhurbaşkanının yönetmesine karşı çıkamamaktadır.
Ahmet Bey'in; seçim beyannamesinde, başkanlık sistemine yer vermesine neden olarak gösterdiği,”Seçilmiş cumhurbaşkanının göreve başlamasıyla parlamenter sistemden uzaklaşıldığı, hesap verenle yetki sahibinin aynı kişi olmasının gerektiği ” görüşü, Tayyip Bey tarafından, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ülkemizde Anayasaya aykırı olarak fiilen bir başkanlık sisteminin uygulamaya konularak, aksayarak da işliyor olsa, mevcut parlamenter sistemin fiilen uygulamadan kaldırıldığının açık bir itirafı olduğu gibi, bu durumda sorumlu ve hesap vermesi gerekenin, emanetçi Başbakan olarak, kendisinin değil, bundan böyle sorumluluğun,hiçbir sorumluluğu ve hesap verme durumu bulunmayan ve ülkeyi fiilen başkan gibi tek başına yönetmeye kalkışan Tayyip Bey'e geçmesi için, başkanlık sistemine onay vermekten başka bir seçeneğinin kalmamış olduğunun da açık bir kabul ve itirafıdır.
AKP seçim beyannamesinin başkanlık sitemine geçişe onay veren bu bölümünde yer alan ve bizzat Ahmet Bey tarafından kaleme alındığı belirtilen beyanlarda; Anayasaya aykırı olarak, kendisine tanınmayan yetkileri kullanarak, ülke yönetiminde yapay bir çift başlılık görüntüsü ve yetki çatışması yaratan Tayyip Bey'e yönelik gizli bir karşı çıkma ve tokmağını elinde bulundurduğun davulu da omuzlarına al, sitemi yer almaktadır.
Sonuç olarak;bizim şu anda yapmamız gereken en akıllı ve olumlu seçim; başkanlık sistemine geçmek yerine, Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarını, Anayasayı değiştirerek, lider sultasına son verip, parti içi demokrasiyi sağlayarak, parlamenter sistemin aksayan yönlerini düzeltip, bugüne kadar işletemediğimiz batı tipi gerçek parlamenter sistemi, bütün kural ve kurumlarıyla, işler hale getirmek olmalıdır.

30/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

İstenen Sonuç Alınmıştır - Gündüz Akgül
Cumhuriyet Halk Partisine karşılıksız gönül verenler, yıllardır bağırıyorlardı…
Delegelerle değil, tüm üyelerin katılımı ile ön seçim yapılmalı, gençlere ve kadınlara daha çok yer verilmelidir…
Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminde kadro sonunda bunu başardı…
07 Haziran 2015 tarihinde yapılacak genel seçimlerde CHP’liler gönül rahatlığı ile kendilerinin belirledikleri milletvekili adaylarına oy kullanacaklar…
Şimdiye kadar yapılan ön seçimlerde delege ağalarının etkisinde olan delegelerle istenen sonuç alınamıyordu…
Üyelerin katılımı ve çok yerde ön seçim kararı partiye hareketlilik ve çalışma azmi getirdiği gözle görülmektedir…
CHP’de Milletvekilliği, meclise gidip 4 yıl deri koltuklarda oturarak kıyak maaş ve kıyak emekliliği hak etmek değildir…
CHP’de Milletvekilliği, Çalışmak, demokrasiye katkıda bulunmak, sosyal demokrat bir partiye yakışacak şekilde yolsuzlukların üzerine cesaretle gitmek, Atatürk ilke ve devrimlerinin ödünsüz savunucusu olmaktır…
Birinci şık gibi davrananlar, CHP’nin vefakâr tabanından gereken dersi alıp ya çok arka sıralarda yer almışlar veya hiç sıralamaya girmemişlerdir…
İkinci şıkta belirtilenlerin hakkını verenler ise baş tacı edilerek ön sıralara yerleştirilmişlerdir…
2011genel seçimlerinden önce bir Musa Çam’ı, Nurettin Demir’i, Aykut Erdoğdu’yu, Aylin Nazlıaka’yı, Özgür Özel’i, Veli Ağbaba’yı ve bunlara katılmaya gelen Barış Yarkadaş’ı Türkiye’de kaç kişi layıkıyla tanıyordu…
Bu enerjik ve genç milletvekilleri, çalışmalarıyla, olaylar karşısındaki dirençleriyle, yurttaşlara dokunuşlarıyla bir anda CHP tabanının sevgilisi haline geldiler ve ön seçimlerde de bunun ödülünü analarının ak sütü gibi hak ettiler… 
CHP yönetimi bundan ders çıkarmalı, tüzüğünde değişikliğe giderek üyelerle ön seçimi zorunlu hale getirmeli, delege sistemine ve merkez yoklamasına son verip, kendi çıkarlarını parti çıkarının önüne tutan delege ağalarını kendi sorunlarıyla baş başa bırakmalıdır…
Bu ön seçimde üç önemli konu daha göze çarpmaktadır…
Biri, Parti Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, örnek bir davranışla ön seçime girerek lider sultasının CHP’de geçerli olmadığını kanıtlamış ve bu davranışı taban tarafından takdirle karşılanarak büyük bir oy farkı ile ön sıraya getirilerek ödüllendirilmiştir…
İkincisi, parti içinde kendilerine bir rol biçerek disipline ve parti politikalarına göre hareket etmeyenler, taban tarafından kabul görmemiştir…
Üçüncüsü, her dönemde ve her koşulda koltuğu kendilerine layık görüp gençler fırsat vermeyenler taban tarafından dışlanmıştır…
Özetle, üyelerle ön seçimin olumlu sonucu alınmıştır…
Haydi, CHP yolun açık olsun…
Artık iktidarda görmek istiyoruz…

30.03.2015
Gündüz AKGÜL 
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Bir Fransız Avukatın Ggözünden  Ermeni Meselesi - Galip Baysan
Avrupa’daki gelişmeleri cesur bir Fransız Avukatı Georges de Maleville’nin kitabından daha doğru bir deyimle gördükleri karşısındaki isyanından alacağımız kısa notlarla netleştirmek istiyoruz.
“Fransız Hükümeti – Türkleri hiç de ilgilendirmeyen çeşitli nedenlerle –Alfartville’de, Ermenilerin hepsinin ve hemencecik,  Türklere karşı gösterecekleri ve sonsuza dek olması gerekeceği kinin ifadesi olan “kin Anıtı”nın dikilmesine izin verdi.
İletişim araçlarıyla her yerde tekrarlanan bu slogana inanılacak olursa, Türkler Türk olarak, her zaman için, Ermenilerin amansız düşmanı idiler. Bu söylenti hemen hemen bayağı bir düşüncedir.
Gerçekten de böyle bir söz günümüz yetişkin insanlarına çok eski anılar, çok eski devirlerle ilgili bir zamanlar okunmuş olan öyküleri anımsatmaktadır. Kuşaklar önce ölen siyaset adamlarının söylemlerini; “Ermeni katliamı” hakkında Gladstone’un intikam alıcı sözlerini...
L. Genet’in 1945 yılında yayınlanan ve Fransa’da özgür ortaöğretim döneminin resmi el kitabı olan çok ılımlı “Çağdaş Tarih Kitabı, S:517’de, Abdülhamit hakkında şunlar okunabilmektedir. ‘Gladstone İngiltere’si Ermenileri korumak istermiş gibi davranınca, sultan reformları ilan eder. Gerçekte o katliamları hazırlamaktadır. 1894’ten 1896’ya kadar, arka arkaya üç katliam gerçekleştirilir. Bu bunalım 250.000 kişinin ‘canını almıştır.” 1945 yılında, geleneksel ortamlarda, küçük Fransızlara öğretilen şeyler bunlardı.” (1)
“Sonra birden bire, 1975’de, Lübnan’ın parçalandığı sırada, son derece uyumlu bir plâna göre, kendisinden söz ettirmek üzere yabancı ülkelerde görevli bir dizi Türk diplomatını öldürmek suretiyle, ‘olay yaratan’ Yakın Doğu’da üstlenen terörist elemanların desteğiyle açıkça harekete geçen devrimci bir Ermeni örgütünün ortaya çıktığı ve dünyanın tüm ülkelerinden gelen teröristlerin hemencecik bu “Ermenilere” katıldığı görülmektedir.
Paris’in ENA’sında, bir öğretim elemanının bu konuda temiz yüreklilikle şunları yazması insanı şaşırtmaktadır. ‘Üç dört yıl süreyle önemli bir başarısızlığa uğramadan, yapan kişilerin adlarını gizli tutan operasyonların sonunda, Ermeni terörizmi, bu suikastlara yol açan soykırım gerçekliliği ve öneminin olayların dehşeti içerisinde, kınamayı rahatça aştığı ölçüde, Ermeni davasına hizmet etmiştir. Acı duyulsun ya da duyulmasını, tanıtıcı terörizm burada haklılığını bulmaktadır.’
Böylece, tartışılan olaylara tamamen yabancı yüksek düzeydeki görevlilerin açıkça katledilmeleri, katillere özgü siyasi nedenler içerisinde, haklılığını bulacaktı. Kurbanın katilinin bağımsız olarak ve kendi iradesi ile kendisinden nefret etmek nedenlerinin bulunduğunu sandığı bir ulusa ait olması halinde, herhangi bir kimse, herhangi bir kimseyi öldürmekle kendini “haklı” bulur. Bu, ‘İnsan öldürme çılgınlığının egemenliği’ ve barbarlığın kurumsallaşmasıdır.” (2)
“Ermeni davasının sözde öç alıcıları çeşitli ülkelerin havayolları bürolarını havaya uçurmaya, daha sonra, hemen hemen her yerde, hava limanlarındaki halkı makineliyle taramaya başladıklarında, kamuoyu, büyüklenmelerine karşın, bu sözde güçsüzlerin hakkını koruyan insanlarda, uluslararası terörü yöneten eli kanlı deliler görmekte gecikmemiştir. Kısacası, bunlara ceza yasalarını tam sertliğini uygulamak gerekirdi. (3)
“Terörist taşkınlıklar olgusuyla karşılaşılan başarısızlıktan sonra, “Ermeni davasının intikam alıcıları” da kamuoyu karşısında taktik değiştirmeleri gerektiğini ve en iyi yöntemin, kararın birkaç “tarafsız müttefikin” ilgilendiği yardım sayesinde, sürpriz olacağı resmi siyasi kuruluşlara propagandalarının doğruluğunu kabul ettirmekten ibaret olduğunu anlamışlardır.
Strasburg parlamentosundaki en yeni durum budur. Ve orada olup bitenlerin sonucu, sadece hiçbir şey elde edememiş olan Ermenistan için değil, Avrupa için de ağırdır.
Olayın asıl nedeni, Avrupa Parlamentosunun siyasi komisyonuna sunulan Vandemeulebrouke raporunda yatmaktadır. Bu raporda, bu parlamenter, her türlü gerçeğe rağmen “Ermeni soykırımının” Cenevre’de Birleşmiş Milletler Alt Komisyonu tarafından onaylandığını ve bunun sonucu olarak, Avrupa parlamentosunun da bu sorunu kesip atması gerektiğini söylemekteydi.
Burada bir kez daha, Ermeni propagandasının, kelime oyunları ve karışımları kullanmak suretiyle, giderek daha geniş bir dinleyici karşısında, büyük bir kudurganlıkla sürdürülen gerçeklerin çarpıtılması politikasının ortaya konulduğu gözlemlenmektedir.
Söz konusu rapor, 26 Haziran 1986 tarihinde, Avrupa Parlamentosunun Siyasi Komisyonu tarafından kabul edilemez olarak beyan edilmiştir. Ancak belli bir lobinin yeni bir atağı ile, 1987 Şubatında, rapor yine aynı komisyonunu önüne getirilmiş ve komisyon bunu tartışılmak üzere, tüm üyelerin katıldığı toplantıya göndermiştir. İşte bu koşullar altındadır ki Avrupa Parlamentosu 18 Haziran 1987 tarihinde, şaşırtıcı bir karar almıştır. Üyelerin çoğunluğu yokken (Tıpkı 2001 Ocak ayında Fransız Meclisinde yapacakları gibi), Avrupa Parlamentosu az bir çoğunlukla (518 üyeden, 128 üyenin katıldığı bir toplantıda 68 oy leyhte, 60 aleyhte olmak üzere) ‘Ermeni Lobisi’ tarafından dolaylı olarak önerilen karar kabul edilmiştir.” (4)
“İntikam olayları iletişim araçlarının yardımı ile 1984’de, Paris’de, Sorbonne’da toplanan böyle bir (düzmece) mahkemeye başvurmuşlardır. Bu sözde ‘Halklar Mahkemesi’ Türk tarafının göstermiş olduğu kanıtlardan bir tekini dahi incelemeden kararını vermiş ve Türkiye Cumhuriyetini 1915 trajedisi için mahkûm etmiştir.” (5)
Bu satırların gerçekler karşısında susmanın asıl insanlık suçu olduğunu anlamış bir Fransız Avukatının kaleminden çıktığını tekrar hatırlatırız.

DİPNOTLAR:


(1) Georges de Maleville, 1915 Osmanlı – Rus – Ermeni Trajedisi, Fransız Avukatın Ermeni Tezleri Karşısında Türkiye Savunması, S:14 (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul – 1998)
(2) Aynı Eser, S.104-105
(3) Aynı Eser, S.105
(4) Aynı Eser, S. 112- 115
(5) Aynı Eser, S. 107-108


Dr. M. Galip Baysan

Ö R T Ü - Güner Yiğitbaşı
Hepinizin bildiği gibi örtü; bir şeyin üstünü örtmek için kullanılan şey anlamına gelir.

Örtü, canlı ya da cansız bir nesne veya varlığın üzerini örten ve maddi olarak elle tutulabilen bir nesne olabileceği gibi, yine bir şeyi gizleyen veya yasaklayan, yasa ve yönetmelik hükümleri ile getirilen bir  davranış biçimi olarak da karşımıza çıkabilir.

Örneğin, hazırlık soruşturmasına gizlilik getiren Ceza Muhakemesi Yasasının ilgili hükmü, soruşturmanın üzerini örterek onu gizleyen, içeriğinin ifşasına yasak getiren, elle tutulamayan bir nevi sanal bir örtüdür.

Özgürlükleri kısıtlayan ve yasaklayan yasa hükümleri, özgürlüklerin üzerini şal gibi örten, ama elle tutulamayan sanal bir örtüdür.

İktidar yakınlarının işledikleri iddia edilen bir yolsuzluk ve rüşveti soruşturan ve iktidardan aldığı talimatla,onlarca delile rağmen o soruşturmayı kapatan bir savcı da, bu hukuk dışı davranışıyla soruşturmanın üzerini örten bir örtü konumuna gelmiş demektir.

Aynı şekilde, yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan bazı bakanlar hakkında soruşturma yapan Meclis Soruşturma Komisyonu, onca delile rağmen, baskılar sonucunda siyasal bir kararla bakanları Yüce Divana sevk etmeyerek aklarsa, Meclis Soruşturma Komisyonunun bu karara imza atan üyeleri de, bu davranışlarıyla, o bakanların suçlarının üzerini kapatan ve örten sanal bir örtü haline gelmiş olurlar.

Başbakanlara, hiç kimseye hesap vermeden, fatura,makbuz ve benzeri hiçbir belge almadan ve hiçbir formaliteye tabi olmadan, yasanın öngördüğü belli alanlarda harcamaları için tahsis edilen ve örtülü ödenek olarak tanımlanan paraların harcanması için öngörülen  bu kolaylık ve sorumsuzluk hali de, yasa hükümlerinin getirmiş olduğu elle tutulamayan sanal bir örtüdür.

Bunlar, devlet yönetiminde kendilerine bazı kolaylıklar ve imkanlar sağlayan antidemokratik yasa hükümlerinin sağladığı sanal örtüler başta olmak üzere, tüm  örtüleri, örtünmeyi ve üzerleri örtülen şeyleri çok severler.

Bu nedenle de herşeyin üzerini örtmeye çalışırlar.

Karılarının, kızlarının başlarını ve saçlarını örterler.

Üniversite öğrencisi genç kızlarımızın başlarını ve saçlarını örtmeleri için onları teşvik ederler.

Milli görüş gömleklerini çıkardıklarını, onun yerine kefen bezlerini örtünüp, kefenlerini giyerek siyasete girdiklerini her fırsatta beyan ederler.

Daha önce işbirliği halinde çalıştıkları koalisyon halinde ülkeyi birlikte yönettikleri cemaati, bugün yasa dışı  paralel yapı olarak suçlayarak, AKP iktidarının tüm ayıp ve pisliklerinin üzerini cemaat ve paralel yapı iddialarıyla örtmeye çalışırlar.

Yolsuzluk ve rüşvet iddialarınının üzerlerini örterler.

İleri demokrasi naraları atarak, çıkardıkları güvenlik yasalarıyla özgürlüklerin üzerini şalla örterek, özgürlükleri yok etmeye çalışırlar.

En son marifetleri yine örtü ve örtmek üzerinedir. Son çıkardıkları bir torba yasaya, el çabukluğu marifetiyle verdikleri  bir önergeyle eklenen bir hükümle, Anayasaya göre icra yetkisi olmayan Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'e, üzeri örtülü ödenek kullanma yetkisi tanıdılar.

Bunların işleri güçleri, örtü ve örtünmek üzerine, şeffaflıktan hiç hoşlanmazlar.

Ödenekleri örtülü, karıları örtülü, kızları örtülü, yandaşları örtülü, çözüm sürecinde olduğu gibi, halkın ve meclisin bilgisi dahilinde şeffaf bir şekilde yürütülmesi gereken çoğu icraatları örtülü, özgürlük anlayışları örtülü.

Şimdilerde, sırada demokrasimiz var, gidişata bakılırsa, demokrasiye son vererek üzerini faşizm şalıyla örtecekleri gün de pek uzaklarda olmasa gerek.

Bu nedenle, biz diyoruz ki, tüm seçmenler olarak gözümüzü açalım ve demokrasimizin, özgürlüklerimizin ve vergilerimizle oluşan kamu parasının üzerindeki tüm örtüleri, el birliğiyle kaldıralım.

28/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat


Sen bu israfı babanın parasıyla mı yapıyorsun? - Güner Yiğitbaşı
CHP Genel Başkanı Sayın KILIÇDAROĞLU'nun; Salı grup toplantısında yaptığı konuşmasında emeklilere hitap ederek, iktidara gelmeleri halinde, ramazan ve kurban bayramlarında emeklilere birer maaş ikramiye vereceklerini açıklayarak, bu vaadinin, yerine getirilmeyecek klasik bir politikacı sözü olmadığını vurgulamak için, noterden tasdikli bir taahhütnameyi de sunarak, bunu televizyon ekranlarından açıkça göstermesi ve kendisini bu konuda kesin olarak bağlaması, etkili olmuş olmalı ki, büyük bir emekli kitlesine yönelik bu somut ve son derece etkili vaat karşısında paniğe kapılan Ahmet Bey, “Kimin cebinden veriyorsun, nasıl veriyorsun, bu parayı nereden bulacaksın, gelecek nesillerin mirasını mı harcayacaksın?” diyerek, büyük bir tepki göstermiştir.
Geçinmekte zorlanan, geçinebilmek için adeta sihirbazlık yapan emeklilerimize, CHP iktidarında, iki maaş ikramiye verileceği sözüne yönelik Ahmet Bey'in bu tepkisi,AKP iktidarının, kimden yana ve kimlerin iktidarı olduğunu çok iyi anlatmaktadır.
Ne demek, “kimin cebinden veriyorsun, bu parayı nereden buluyorsun?” Lafları.
CHP iktidar olduğunda, emekliye vaat ettiği bu iki maaş ikramiyeyi, Ahmet Bey hiç korkmasın, rahat olsun, Ahmet Bey'in kendi cebinden alarak verecek değil tabi, bu ülkenin vatandaşlarının alın teri olan ödedikleri vergilerin, bu alın terinden ortaya çıkan ülkenin milli gelirinin, devletin gerekli ve zorunlu ihtiyaçlarında ve öncelikli kamu hizmetlerinde harcanıp, arta kalanın da adil bir şekilde paylaşımıyla, devletimizin parasıyla ödeyecek.
Ahmet Bey bunu anlayamaz tabi.
AKP iktidarı; bu ülkenin vatandaşlarının alın teri ve emeğinin karşılığı olan devlet parasını, o kadar plansız ve programsız harcayarak, har vurup harman savurdu ki, lüks ve israf batağına saplandılar, mahallenin kabadayı abisi gibi, bölgemizde uyguladıkları hatalı dış politikalar, başka ülkelerin iç işlerine müdahaleler yüzünden, o kadar çok para harcamak zorunda kaldılar, ülkenin bütçe açığını ve dış borçlarını o kadar çok büyüttüler ki,bırakınız emekliye iki maaş ikramiye vermeyi, emeklilerin maaşlarını muntazam olarak ödeyebilmeyi dahi, kendilerinin başarısı olarak görür hale gelmeye başladılar.
Bu nedenle, CHP'nin emekliye iki maaş ikramiye vaadi, AKP ve Ahmet Bey için yerine getirilmesi imkansız bir vaad haline gelmiş bulunmaktadır.
Ahmet Bey, gelecek nesillerin mirasını mı harcayacaksın? Diye sormuş.
Çok doğru bir soru. Önemli bir konuya parmak basmış, İktidarların, icraatlarıyla gelecek nesillerin mirasını harcamamaları, gelecek nesillerin üzerine büyük borçlar yüklememeleri, devleti iyi yönetmeleri, devlet hazinesini miras yedi gibi gereksiz yerlerde harcayarak tüketmemeleri gerekir. Bravo Ahmet Bey'e.
Ancak,Ahmet Bey'e tavsiyemiz şudur; geçim zorluğu içinde boğulan emeklilerimize, biraz rahatlamaları için iki maaş ikramiye vaadinde bulunan Sayın KILIÇDAROĞLU'na, gelecek nesillerin mirasını mı harcayacaksın? Sorusunu sorarak, bu vaadi eleştireceğine, kendisi akılcı ve objektif bir özeleştiri yapmalı ve acaba, niçin ben emeklilerime daha rahat geçinebilmeleri için ek bir ödenek ayıramıyorum? Sorusunu sormalıdır.
Ahmet Bey; AKP iktidarının ve onun başı olan Tayyip Bey'in geçmişteki ve şu andaki icraat ve uygulamalarına bakarak, bu özeleştiriyi yapıp, niçin ben emeklilerime daha rahat geçinebilmeleri için ek bir ödenek ayıramıyorum? sorusunu kendisine sorduğunda;
Tayyip Bey'in ve kendisinin, bölgenin lideri olmak, Dünya ülkelerinden aferin almak için ve şahsi inanç ve mezhepsel düşüncelerinin etkisiyle uygulamaya koydukları hatalı ve tehlikeli dış politikaları yüzünden, en başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere, bölgedeki Suriye Esat karşıtı terör örgütlerine yaptıkları silah yardımı ve lojistik destekler için yapmak zorunda kaldıkları,çok miktarlardaki, gereksiz parasal harcamaları,
Başbakanlık örtülü ödeneğinin, AKP iktidarları döneminde, hiçbir iktidar döneminde eşine rastlanmayacak şekilde israf derecesinde harcanarak sıfırlandığını,
Tayyip Bey'in, geldiği mütevazi aile yapısına ve göreneğine sığmayan, sonradan görme diyebileceğimiz anlaşılamaz lüks ve şatafat merakı, kibir ve egosundan kaynaklı olarak, bu fakir halkın paralarına acımadan, hiç ihtiyaç duyulmadığı halde, tamamen kendi şahsi arzularını tatmin ve hayata geçirmek üzere, Atatürk Orman Çiftliği arazini talan ederek yaptırdığı ve lüks olarak döşettiği, 1150 odalı kaçak saraya ve tüm eklentilerine harcanan paraları,
Yine Tayyip Bey'in, lüks ve gösterişi için, mevcutlara ilaveten gereksiz olarak satın alınan ve üzerinde ek harcamalarla özel ve lüks ilaveler yapılan, uçan saray olarak da anılan uzun menzilli süper lüks uçağına harcanan paraları,
Kaçak sarayın yapımı için harcanan paralarla işin bitmediğini,bu sarayın kullanımı ve işletimi için, her gün, ay ve sene, rutin olarak yapılması gereken parasal harcamaları,
Yine Tayyip Bey için, İstanbul'a gittiğinde kullanması için, elden geçirilerek onarılan ve Tayyip Bey'in lüks merakı için güncellenen Vahdettin Köşküne harcanan ve kullanımı için rutin bir şekilde harcanmaya devam edecek olan paraları,
Tayyip Bey'in, toplandığında yıllara tekabül eden sürelere ulaşan ve çoğu gereksiz ve turistik seyahat olan, bugün sayısını dahi hatırlayamadığımız, Dünyayı bilmem kaç kere turlamaya eşit miktardaki, aşırı ve gereksiz dış gezi ve seyahatlerine, buna ilaveten, bu geziler nedeniyle Tayyip Bey'e ödenen yolluklara harcanan paraları,
Tayyip Bey'in gelişiyle, Cumhurbaşkanlığı bütçesinde oluşan yüzde yüzlük artışla, Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'e bütçeden ayrılan paraları,
Basında yer alan haberlere göre, Başbakanlığı döneminde örtülü ödenekten, hiç kimseye hesap vermeden, bol kepçe para harcamaya alışan Tayyip Bey'e, Cumhurbaşkanı olarak harcaması için yeni bir örtülü ödenek tahsis edilmesi girişimlerini,
Yine basında yer alan haberlere göre, Tayyip Bey'in;Yemendeki İran kaynaklı Şii hareketine karşı Türkiye'nin lojistik destek verebileceğine ilişkin beyanının hayata geçirilmesi halinde yapılacak olan harcamaları,
Her yıl yenileri ilave edilen, gereksiz ve ihtiyaç dışı lüks kamu taşıtlarına harcanan paraları,
Ve burada yer darlığından sayamadığımız Türkiye Cumhuriyetinin Bütçesini ve hazinesini soyup soğana çeviren tüm bu israfı, mutlaka görecektir.
Ahmet Bey, bu israfı gördüğünde,olası bir CHP iktidarında, emeklilere verilmesi planlanan iki maaş ikramiye nedeniyle,Sayın KILIÇDAROĞLU'na sorduğu; “Kimin cebinden veriyorsun, nasıl veriyorsun, bu parayı nereden bulacaksın, gelecek nesillerin mirasını mı harcayacaksın?” soruları nedeniyle, biraz olsun utanacak mı, yüzü kızaracak mı? Merak ediyoruz.
Değerli okurlar, sizler ne diyorsunuz,biraz olsun utanacak ve yüzü kızaracak mı?
Bize göre, Ahmet Bey; kendisine önerdiğimiz bu özeleştiriyi yaparak, AKP iktidarı dönemindeki bu israfı gördükten sonra, yüzü kızarmasa da, CHP iktidara geldiğinde, bu israfın önlenmesiyle, emekliye değil iki, üç maaş ikramiye dahi ödenebilecek paranın bulunabileceği gerçeğini görsün ve anlasın yeterli olacaktır.

27/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Oldu da bitti maşallah! - Gündüz Akgül
Olan ne?
Ne olacak, Arınç ve Gökçek atışmaları…
“Paralelcisin”…
“Terbiyesizce bir açıklamadır”…
 “Ankara’yı parsel, parsel sattın”…
“Biz, kimin havlayacağını, kimlerle konuşacağını biliriz”…
“Oğlunun adaylığını onaylatmak istiyor”…
Gibi kamyon dolusu suçlamalar, hakaretler, yolsuzluk savları…
Parti Kaptanı Davutoğlu hemen kükredi…
“Her iki açıklama da yanlıştır. Seçimlere giderken partimizin kitle nezdindeki itibarını sarsıcı polemiğe giren kim olursa olsun parti disiplin kurullarını işleteceğiz. Gerekli disiplin işlemlerini yapacağız. Kimsenin bu konuda ayrıcalığı yoktur.”  dedi…
Dediğini yapabildi mi?
Nerde…
Fi tarihte de “Harama bulaşan kardeşimiz de olsa onun kolunu koparmaya kararlıyız” demişti…
Muhalefet partileri tarafından her gün dile getirilen yolsuzluk savları konusunda, Davutoğlu tarafından parti içi bir soruşturma yapıldığını duyan var mı?
Veya…
Koparılan bir koldan haberi olan var mı?
Benim yok…
 Yoksa oldu da ben mi duymadım?
Ankara Cumhuriyet Savcısı, suçlamaları ciddi görmüş olacak ki her ikisi hakkında soruşturma başlattığını medyadan öğreniyoruz…
Olayın sıcaklığı sonrasında yurttaşların gazını almak için kükreyen kaptan ne yaptı?
Her iki tarafla görüşen Davutoğlu, Önce söylediklerini unutarak “Bu şekilde tartışma kapanmıştır” deyiverdi…
Anlaşılan, her iki tarafa da gerekli baskılama yapılmış ki…
Arınç, “Yanlış yaptım ama özel hayatıma girdiği için kendimi tutamadım”
Gökçek, “Ben Sayın Başbakanımın emri üzerine bundan sonra kesinlikle konuşmayacağım. Emir demiri keser.”
Demek zorunda kaldılar…
Oldu da bitti maşallah…
Sen sağ ben selamet…
Yolsuzluk savları, hakaretler, suçlamalar parti yararı adına kurban edildi…
El Fatiha…
İş Cumhuriyet Savcılığının soruşturması sonucuna kaldı…
Ve…
Bize de bekleyip sonucu görmek düştü…

26.03.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

E nolcek şindi? - Güner Yiğitbaşı
AKP içinde baş gösteren, Başbakan Yardımcısı ARINÇ ile Ankara Belediye Başkanı GÖKÇEK arasındaki karşılıklı suçlama düellosuna, kaçak saray sakini fiili başkan anında el koyarak, Başbakan Ahmet Bey'i yanına çağırıp yapılması gerekenler konusunda talimatlar verdi ve Ahmet Bey de  bu talimatları uygulayıp taraflarla ayrı ayrı görüşerek ve muhtemelen; “ karşılıklı ağır suçlamalar içeren bu söz düellonuz, partimize zarar veriyor, belki de seçimleri kaybetmemize neden olacak, bırakın yolsuzluklarla uğraşmayı, AKP'nin bulaştığı yolsuzluların hangisiyle baş edeceğiz, bugün için artık bizim AKP olarak yolsuzluklarla mücadele misyonumuz kalmadı, bizim bugünkü önceliğimiz, AKP' nin seçim kazanmasıdır, aksi halde, her şeyi kendisine borçlu olduğumuz liderimiz ve dünya lideri Tayyip Bey'in başkanlık hayali tamamen yok olacak, sonra bu yenilginin hesabını Tayyip Bey'e veremeyiz.” diyerek, tarafları sakinleştirmek suretiyle şimdilik bir ateşkes sağlamış gözükmektedir.

Biz, Allah için söylemek gerekirse, namazında, niyazında, hacca gitmiş, cumalar dahil beş vakit namazlarını hiç kaçırmayan, orucunu tutan, tüm bu ibadetlerine bakarak bütün bir Müslüman olduklarına inanmak zorunda olduğumuz, bu nedenle de, dinen hiç yalan söylememeleri, yalan yere birbirlerine iftira atmamaları gereken ARINÇ'ın; Ankara Belediye Başkanı GÖKÇEK hakkında iddia ettiği buzdağının sadece üzerinde kalan azıcık bir bölümünü açıkladığı, 8 Haziran seçimlerinden sonra ise, tamamını açıklayacağını topluma ilan ettiği, fazla değil !)canım, toplam yüz civarındaki, arsa ve imar yolsuzluklarının, mutlaka belgeye ve delile dayalı gerçek ve somut suçlamalar olduğuna, aynı şekilde GÖKÇEK'in de, ARINÇ hakkında ileri sürdüğü iddia ve suçlamaların da gerçek olduğuna, inanmak zorundayız.

İçlerinde Allah korkusu bulunan, inançlı ve eylemli Müslümanlar oldukları için, asla yalan söylemeyeceklerine, yalan yere birbirlerine iftira etmeyeceklerine inanmak ve kabul etmek zorunda olduğumuz bu iki güzide  Müslüman arasında geçen karşılıklı suçlamalar; özellikle ARINÇ'ın, bu ülkenin Başbakan Yardımcısı olmasına rağmen, GÖKÇEK hakkındaki bilgi sahibi olduğu yolsuzluklar konusunda bugüne kadar sessiz kalarak gereğini yapmamış olması rezaleti, Ahmet Bey'in taraflarla görüşüp el sıkışarak, bu çekişme, bizim parti içi şahsi bir aile meselemizdir gerekçesiyle asla geçiştirilemez ve kapatılamaz.

Bu çekişme ile  gün yüzüne çıkan iddialar, tüm milletimizin, tüm Ankaralıların meselesidir.

İnsanlardan utanmıyorsunuz çekinmiyorsunuz, bari Allah'tan korkunuz, bu ne biçim Müslümanlıktır?

ARINÇ'ın, daha devede kulak olduğunu açıkladığı GÖKÇEK hakkındaki iddia ve suçlamalar, akçeli yolsuzluk iddialarıdır. Bu iddialar, Ankaralıların ve Allah'ın kullarının haklarının yenildiğine işaret etmektedir. Kul hakkı yemenin büyük günah olduğunu bilen Ahmet ve Tayyip Beyler; fani dünyanın nimeti olan Başbakan ve Başkan olma hayallerine zarar da verse, bu hayallerinden vazgeçme pahasına, inançlarımıza göre asıl huzura erecekleri öbür dünyayı da düşünerek, bu iddiaların peşini bırakmamalı ve üzerini örtmemelidirler.

Geçtiğimiz günlerde basından öğrendik,Japon inşaat mühendisinin onur intiharını.

İstanbul-İzmir otoyolu inşaatının, İstanbul-İzmit geçişi için yapılmakta olan köprüde kaza ile halat kopmuş ve hiç kimsenin burnu dahi kanamamış olmasına rağmen, bu halatın kopmasından vicdanen kendisini sorumlu tutan, bu nedenle üzüntü ve suçluluk duygusuna kapılan Japon mühendis, kendi hayatına son vermişti.

Bize göre, bir karşılık beklemeden ve almadan, kendi hayatı da söz konusu olsa, sadece veren, gerçek Müslümanlık, gerçek inanç ve inanmışlık, Müslüman olmasa da, bu Japon mühendisin duyduğu üzüntü ve sorumluluktur.

Biz, Japon mühendisi örnek göstererek, yolsuzluk yapanlar, yolsuzluk yaptıklarına ilişkin haklarında iddiada bulunulanlar  intihar etsinler demiyoruz, bunu demek suç zaten, ancak, yolsuzluk yaptıkları iddia edilen kişilerden bu dünyada hesap sorulmalıdır, onlar da hesap vermelidir diyoruz.

Bu isteğimizin karşılık bulmayacağını, boşa kürek çektiğimizi, biz de çok iyi biliyoruz. Zira, AKP iktidarı mensupları, daha önce yaşanan 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddialarına adları karışan dört eski bakan hakkında açılan Meclis soruşturmasının sonucunun oylanmasında, onca delile rağmen,bakanların Yüce Divana sevk edilmemeleri yolunda oy kullanarak, yolsuzlukların üzerine gitme konusunda, kendi siyasi geleceklerini ve menfaatlerini, inançlarının önünde ve üzerinde tuttuklarını, yolsuzlukların üzerine gitme konusunda sabıkalı olduklarını göstermişlerdir.

Burada görev, en başta CHP olmak üzere, MHP ve diğer muhalefet partilerine düşmektedir.

Tüm muhalefet partilerimiz,17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiaları en başta olmak üzere, ARINÇ'ın, Ankara Belediye Başkanı GÖKÇEK hakkında ileri sürdüğü iddiaların peşini bırakmamalı ve sürekli olarak hatırlatma yaparak, bu iddiaların unutulmasının önüne geçmelidirler.

Özellikle ana muhalefet partisi CHP; AKP'nin, yeri geldiğinde eski defterleri dahi karıştırarak, Atatürk ve İnönü döneminden bile sözüm ona partiyi yıpratacak, gerçek dışı ve hayal mahsulü bir takım saçma sapan yolsuzluk ve karalama  iddiaları çıkarma cüretinde bulunduğunu, asla unutmamalıdır.

26/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Akp İktidarı Ve Siyasi Ahlak - Güner Yiğitbaşı
Hepiniz çok iyi biliyorsunuz, AKP, iktidara ilk geldiğinde, kısaca “Üç Y “ olarak  ifade ettiği; Yolsuzluklar, Yasaklar ve Yoksulluk ile mücadele ederek, ülkemizdeki yolsuzlukları, yasakları ve yoksulluğu yok edeceği sözünü vermişti.

On üç yıldır iktidardalar, şöyle tüm kamuoyu önünde olup bitenlere bir bakıyoruz, yolsuzlukları yok edemedikleri gibi, çok şükür(!)yolsuzlukları daha da artırdıklarını ve yolsuzluklar  konusunda zirve yaptıklarını görüyoruz.

Yoksulluk derseniz; o da zirve yapma yolunda, yoksulluk, zirve yapmak için, yolsuzluklarla yarış halinde.

Yasaklara gelince; yasakları da kaldıramadıkları gibi, ilave ettikleri yeni yasaklarla, bu konuda da çok yol aldılar, yasaklar konusunda da tavan yapmalarına az bir zamanları kaldı. Hele bir de başkanlık sistemini getirmeyi başarırlarsa, yasaklar konusunda dünya lideri olmamamız için hiçbir engel kalmayacak.

Ülkemizde iktidarda bulunanların siyasi vicdan ve ahlakları taban yaptığı için, yolsuzluk, yoksulluk ve yasakların tavan yapmasını doğal karşılamak gerekiyor.

Ancak, AKP iktidarının hakkını da yememek lazım!Yine üç Y olarak ifade edebileceğimiz; Yürütme, Yasama ve Yargıyı, ellerine sağlık(!)bitirip hallettiler, Yasama ve Yargıyı Yürütmeye bağlayarak, kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırıp, üç Y'yi tek elde topladılar ve ülkeyi yöneten AKP iktidarının önlerinde engel olarak duran Yasama ve Yargı sorununu, gerçekten çözüme bağladılar.

AKP iktidarı; temsilde adalet ve bu nedenle de %10 seçim barajının kaldırılmasını istiyorsunuz ama, yönetimde istikrarı bozacağı için, bu seçim barajını muhafaza etmek, ülkemizin daha hayrınadır diye diye, seçmenlerimizi senelerce kandırdı.

Şimdi bakıyoruz, %10 seçim barajının desteğini de arkasına alarak, ezici bir çoğunlukla iktidar olan AKP, tek başına iktidarda olduğuna göre, sözüm ona, yönetimde istikrarın olması gerekmiyor mu?

Ancak, bugün için bakıyoruz, yönetimde istikrardan ve uyumlu bir çalışmadan eser yok.

Tayyip Bey, Başbakanlığı bırakarak Cumhurbaşkanı seçildiği halde, kendisinin ifadesiyle, parlamenter sistemi askıya ve bekleme odasına almış, illegal bir şekilde, fiilen başkanlık sistemini oluşturmuş ve ülkenin hem Başbakanı ve hem de Cumhurbaşkanı olarak tek başına ülkeyi yönetmeye kalkışıyor. Bilerek yönetmeye kalkışıyor diyoruz, çünkü ülkeyi bu şekilde yönetemediği gibi, emaneten atadığı Başbakan da, onun vesayeti altında olduğu için, Başbakan olarak hür iradesiyle bir karar alıp uygulayamıyor.

Devlet yönetiminde, tam bir istikrarsızlık, çift başlılık ve kaos hakim durumda.

Tayyip Bey, yasalara göre bağımsız olan Merkez Bankası Başkanına doğrudan baskı yaparak, faizleri indirmesi için talimat veriyor. Faizleri indirmeyen Merkez Bankası Başkanını, vatan haini ilan ediyor.Ahmet Bey'in Başbakanlığındaki ilgili Bakanlar ise, faiz indirimine karşı çıkarak, Merkez Bankası Başkanından yana tavır alıyorlar.

Başbakan Ahmet Bey, vesayet altında olduğunu bir an unutarak, yolsuzlukları engeller umuduyla, şeffaflık yasa tasarısı hazırlayıp Meclise sunuyor, bunu gören Tayyip Bey, derhal  Ahmet Bey'e talimat veriyor, bırak yolsuzlukla mücadeleyi ve şeffaflığı, bu yasa çıkarsa belediye başkanlığına aday olacak adam bulamayız diyor ve bu şeffaflık yasa tasarısını geri çektiriyor.

Kürt sorununun çözümü için barış sürecini başlatan Tayyip Bey, birden bire fikir değiştiriyor ve Kürt sorunu diye bir sorun yok diyebiliyor.

Hükumet, çözüm süreciyle ilgili olarak,  Dolmabahçe Sarayında, kendi Bakanı ve ilgili HDP Milletvekillerinin iştirakiyle İmralıyla üzerinde anlaştıkları 10 maddelik bir mutabakat metnini kamuoyuna açıklıyor, fiili başkan Tayyip Bey ise, bu mutabakat metni kabul edilemez diyor.

Hükumet, çözüm sürecinin yürütülmesinde, İmralı İzleme Komitesi oluşturulması konusunda karar alıyor, Tayyip Bey yine müdahale ederek, benim İzleme Komitesinden haberim yok, bana bu konuda bilgi sunulmadı diyor.

Bunun üzerine, Başbakan Yardımcısı Bülent ARINÇ araya girmek zorunda kalıyor ve basına konuşarak, Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in İzleme Komitesinden haberi var diyerek, onu dolaylı olarak yalancılıkla itham ediyor, İzleme Komitesi oluşturma konusunda Hükümet olarak kararlı olduklarını açıklayarak, Tayyip Bey'i de, Hükumet işlerine karışmaması için kibarca uyarıyor ve bir tabuyu yıkıyor.

Bülent ARINÇ'ın, Tayyip Bey'e yönelik bu alışılmadık çıkışına ve beyanlarına rağmen, ülkenin Başbakanı olan Ahmet Bey, sessiz kalıyor, ne Tayyip Bey'den, ne de Bülent ARINÇ'dan yana bir açıklamada bulunamıyor, olanları şaşkınlıkla izlemekle yetiniyor.

Bülent ARINÇ'ın, Tayyip Bey'i yalanlayan ve kibar bir üslupla uyaran konuşmasından sonra, durumdan vazife çıkaran ve Sayın ARINÇ'ın, Tayyip Bey'e yönelik haklı çıkışına içerleyen Ankara Belediye Başkanı GÖKÇEK, bir twit atarak ARINÇ'ı paralelci olmakla suçlayarak, istifa etmeye davet ediyor, buna sinirlenen ARINÇ da, burnundan soluyarak ve etrafına ateş saçarak, açıyor ağzını, yumuyor gözlerini ve televizyonlardan GÖKÇEK'e verip veriştiriyor, onu haysiyetsizlikle ve yolsuzlukla suçluyor, Ankara'yı parsel parsel paralelcilere satmakla ve seçimler sırasında onların kucağına oturmakla itham ediyor, asıl suçlamalarını yüz madde halinde seçimlerden sonra, 8 Haziranda yapacağını, şu anda da, açmamaları kaydıyla kapalı zarf içinde bu suçlamaları basın mensuplarına verebileceğini ilan ediyor.

AKP'nin; birisi Başbakan Yardımcısı, diğeri Ankara Belediye Başkanı olan iki üst düzey mensubu arasında herkesin gözleri önünde ceryan eden bu vahim tartışmalara rağmen, emanetçi Başbakan Ahmet Bey, anında müdahale edip bir beyanda bulunamıyor, ne yapacağını şaşırıyor, Tayyip Bey ile gece yarısı görüşmeleri yapmak zorunda kalıyor ve bu görüşmelerde Tayyip Bey'in talimatını aldıktan sonra, olaya el koyarak kamuoyuna bir açıklama yapabiliyor ve disiplin hükümlerinin işleyeceğini, her iki tarafın da hatalı olduğunu, her iki tarafla görüşeceğini söylüyor.

17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddialarının muhatabı olan eski AKP'li Bakanların Yüce Divana sevklerinin, AKP oylarıyla reddedilmesinin henüz tazeleğini koruduğu bir sırada, ülkenin Başbakan Yardımcılığı koltuğunda oturmakta olan Sayın ARINÇ; Ankara Belediye Başkanının, yüzlerce akçeli imar ve arsa yolsuzluklarını bildiği halde, sırf kendi partisinden olması ve partisi AKP'nin seçimlerde başarısız olmaması için, partisi AKP'nin menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinin, dürüstlüğün ve yolsuzluklarla mücadelenin üzerinde tutarak, bu yolsuzlukları gizliyor ve kendi kuyruğuna basılması üzerine, sinir ve buhran içindeyken, bu yolsuzlukları ağzından kaçırıyor.

Bu rezaletlerin hepsi, bir tesadüf  müdür?

Bu mudur, yönetimde istikrar ve güveninirlik, bu mudur yolsuzluklarla mücadele?

Bu olup bitenler; seçmen vatandaşlarımızın, artık gözlerini açmaları ve ülkemizi AKP iktidarından kurtarmaları için, Allah'ın bizlere sunduğu bir lütuf olmalıdır.

Dört yıl sürecek olan yeni bir karanlık tünele girmeden önceki ve mevcut yolsuzlukları ve yönetimdeki istikrarsızlığı ve çift başlılığı sonlandırmak için son çıkış yolu olan 7 Haziran seçimlerini, seçmenlerimiz çok iyi değerlendirmek zorundadırlar.

25/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

YETTİ BE! - Mehmet Halil Arık
Sayın Gül…
Hak ettiniz ya da hak etmediniz… Bu ülkeyi en yüce makamda 7 sene süreyle temsil ettiniz. Sizden hiçbir kişisel beklentim olmadı, olamazdı. Ama; kişisel beklentisizliğim, ülkem adına “iyi şeyler olsun” beklentisizliğim anlamına gelmezdi elbet. Ne yazık ki; 7 Yılda 7 iyi şey bile olmadı beklentilerim adına. Koltuk doldu; makam dolmadı. Sanki makam bihakkın dolmuş gibi, sanki siz devreye girseniz ülke sorunları bitiverecekmiş gibi, sürenin bitiminden sonra da sizden yeni beklentiler giriverdi devreye. Şahsınız üzerinden çözümsüzlükten çözüm, umutsuzluktan umut arama hayallerine düşme yanılgıları hala devam ediyor. “Yetti be!” demem bundan…
Bakınız Sayın Gül;
Satır aralarından cımbızla “makul şüphe” arayan görevlilerin varlığını artık bilmiyor değiliz. Ne var ki; ömrünü bu ülkenin “Milli Eğitim”ine adamış bir vatandaş olarak hem anayasal eleştiri hakkımı kullanmak, hem de düşüncelerimi paylaşmak adına susmayı demokrasinin ayıbı bildiğimden… yazıyorum size.
*
Devletin sana sağladığı olanaklar, bana sağlanandan kat be kat ilerde olabilir. Hoşgörürüm bunu. Benden çok daha ileri statüde görevler yapmış olmanıza bağlarım bunu. Korumalarınız da olabilir; araç filonuz da… Özel doktorunuz olmasına söz edecek de çıkmaz..
Yarın hak vaki olduğunda, benim cenazemi üç-beş eş-dost kaldırırken, sizin adınıza devlet töreni yapılacak. Bunu da hoşgörürüm. Zira siz devleti temsil ettiniz.
Siyasetin kimlere ne payeler verdiğine derinlemesine girip fazlaca dil uzatmadan; ulaşılan makamı demokrasinin: (eksikleriyle de olsa) gereği olarak görür, kazanılan sıfatın sağladığı avantajları eleştirsem de, bu durum, demokrasiye inancım gereği hoşgörümün sınırları içinde kalacaktır
Demokrasiye ve sosyal hukuk devletinin gereklerine inanmış kişilerin de bunlara itirazı olamaz. Yasalar çerçevesinde; sizden öncekilere, hak ve hukuk adına, ne, nasıl, ne kadar sağlanmış ve uygulanmışsa, size de eksiksiz o kadar sağlanmasını sadece hoşgörüp geçmeyiz, savunuruz da!. Hukuksuz gördüğümüz ayrıcalıklara da karşı dururuz elbet. Huber Köşkü’nü yasal olmayan biçimde aylarca işgalinize karşı durduğumuz gibi
***
Ama bu, sizin veya bir başkasının özgürlüğünün benden ilerde olduğu anlamına gelmez!... Ama bu sizin; veya bir başkasının “siyasete dönecek mi dönmeyecek mi?” merakıyla kamuoyunu günlerce, haftalarca, hatta aylarca meşgul edebilme hakkı anlamına gelmez!... Yok siyasetin içindeyim… Yok siyasetin kıyısında köşesindeyim!...
Varsındır yoksundur!.. Bunu 76 milyonun hayati konusu gibi gündemde tutmanın önceki payelerinize ek katkısı mı olacak? Veya vatandaşa, refah adına ek bir katkı mı koyacak?
Borazan medyanın sabahtan akşama sizin üzerinizden “gündem düzmesinden” artık gına geldi.
Toplumun tamamı balık hafızalı değil!... Erzak torbasının sağladığı yarı tokluğu “biryerlerin kılı olmaya adamışlarla”; kul olmayı cennette köşe kapmanın garantisi gören biad erleri; ikbal ve istikballerini saray koruması ve kollamsına bağlamış bilumum yağ ve yağdanlık neferleri , ek olarak da, bir kirli deliği örtmekle görevli iken, kendisini bünyenin en önemli organı yerine koyan kuyruk takımı dışında kalanlar biliyor ve görüyor artık.her şeyi. Soruyor , sorguluyor… Biriktiriyor. Ak-lamaların gerçek merciine ulaşması için gün sayıyor.
Artık “hazmettire-hazmettire” söylemleri kar etmiyor!...Yakın geçmişte hazmedebilenler de, hazmedemeyenler safına geçip günden güne terkediyor sahneyi!... Sanır mısınız ki; meydanı terk edenler, sadece Abdüllatif Şener’ler, İdris Naim’ler; İdris Bal’lar, Dengir Mir Memet’ler, Günay’lar… Ve daha nice “yağan yağmurda - beraber ıslandıkları!” “Ve aynı bağın gülleri; aynı dağın yelleri” yok artık meydanlarda. Meydanlara “tek çıkan” Uzun’a, ak-lanmak adına öfkeli kurguyla ek-lenen Kısa Adam da yeterince dolduramıyor meydanları… Sesi boyunu aşıyor da kendi sesinde boğulup kalıyor naralar atarken... Pek ciddiye alanı da yok.
Hele bir de Civanının ağlayanı da olmayacak artık yanında… Kim yanar derine onun!?.. Dışarıdan yanmak, içerden yanmak kadar etkin olur mu dersiniz? Oolmaz!..
***
Gelelim; siyasete dönecek mi – dönmeyecek mi’lerle meraktan çatlatıldığımız konuya!... Birkaç soruyla cevap arayalım isterseniz?
“Bulunmaz hint kumaşı mıydı bu kişi?... Çok mu şeyler bekleniyordu kendisinden?.... Dünü bilinmiyor muydu da, yeni bir nefes getirsin siyasete mi isteniyordu?... İktidar daha mı iyi yol alırdı onunla?.. Yoksa iktidar ile başa çıksa çıksa o mu çıkardı?... Dolar 2 TL’nin altına üç gecede iner miydi ?... Habur Hukuku bir daha yaşanmaz mıydı o “evet” deyiverseydi?.. Üretim mi artacaktı?... Saman ithali mi duracaktı?... Çocuk gelinler mi bitecek?.. 22 milyarlık batık para ile boğuşan kredi borçlarının haciz işlemleri mi duracaktı… Say da say!...
Parmaklarla adam(!) ak-lamalara dair bir tek ses etmedi de, ha bari, kendisi de bu milletin bir parçası olması hasabiyle, milletin A…. Koyanlara bişey deseydi bari de dönüşü bizler için de bir nebzecik umut vadetseydi …
Başkanlık dayatması ne olurdu dersiniz?... Ülke huzura mı kavuşurdu onun siyasete dönüş kararıyla?... Eski “first Lady Hanım’ın “ intifadayı ben başlatacağım” sözüne milat mı olurdu?...”
Bu soruların hiçbirisinin cevabı yok. Zira; Sayın Bay Gül biliyor ki;
O makama icazetli gitmişti. O makamı O’na lütfeden kişi, o makamı kendisi gelinceye kadar tutsun diye emaneten vermişti. Doldursun diye değil. O da 7 yıllık süreyi doldurma sürecinde bu emanetin sahibine hiç de “yamuk” yapmamıştır. Çankaya Noteri sıfatına hiç halel getirmemiştir.
Göreve geldiği 2007 yılından görevden ayrıldığı 2014 yılına kadar, tam 836 yasa gelmiş önüne.. Bunlardan sadece ve sadece 4 tanesini yeniden görüşülmek üzere geri göndermiş. Onlar da öyle kamuoyunda ses getiren yasalar değil. Oysa jet hızıyla onaylanan internet yasası ve 4+4+4 eğitimi perişan eden yasa… en çok veto beklenenlerdi. “Yola devam”ın bir parçası olmanın dayanılmaz tutkusu, bütün sevdaların ötesindeydi o günlerde
***
İşte benim de sorum şu… Cevabı da peşinde.
Millet adına, demokrasi adına, ülkenin geleceği adına, o makam doldu muydu ki; de bugün siyasete dönüp dönmeyeceği konusu gündemin tepesine gelip otursun?..
Bunun topluma leyleğin lak – lak’la geçen ömrüne misalden öte kazandıracağı ne olur ki?.
Gül siyasete dönemez!.... Verdiği, bunca hizmetlerine rağmen dönemez!.. İpi; kaç kez çekildi… Bunu kendisi de biliyor… Bildiği için de “varım be!” diyemiyor.
a) Görev süresinin 7 yıl olduğunu ancak 5. yılın sonunda öğrenmedi mi? İcazet sahibi, “buraya kadar” deseydi ne olacaktı? Var mı Dünya demokrasi tarihinde görev süresini bilmeden o makamda oturan bir başka “Cumhurbaşkanı(!)” örneği?
b) İkinci kez seçilebilmesinin yolu “kardeşimiz” diyenlerce yeni yasayla kesilmedi mi?
c) Davutoğlu Kongresi 1 gün dahi ertelenmedi. Ön kesme adına“Manidar(!)” değil mi bu?
d) Yarım ağızla yapılan davetlerin altında aslen ‘yiğitsen gel’ yattığını bilmeyen var mı?
e) Tekere çomak sokan herkesin trenden atılacağı yıllar önce açıktan ilan edilmedi mi? Artık “intifada” da başlatamazlar.
Hem başkanlığa karşı çık, hem de onun sahasında onun topuyla oyuna müdahil ol. Sokmazlar. Giremezsiiiin.! Yok öyle “ kırgınlık, liderlik, saminiyet testi, liste yetkisi gibi uyduruk bahanelerle, güya mazeretler üretip, ikilemlerinizle kamuoyunu meşgul etmeyin. Medya borazanlarına, gündem yaratmakla görevli algı mühendislerine malzeme bari olmayın. Hem vakti zamanında sahayı da topu da oyunun kurallarını da O’na sizler kendi ellerinizle teslim etmediniz mi? Şikayet niye?
Ninem derdi ki;
“Teslim ettinse şalvarın ipini, senin değildir artık içindeki!”
Şu anda senin de mülkteki payın ancak benimkisi kadar.
Yakınma. Katlan.
Ya da karşı dur!.. Diren!...
“Sorun, tek adam diktatörlüğü tehdidiyle karşı karşıya olan
demokrasinin kurtarılması sorunudur...” diyorsan…yetiyorsa yüreğin kur partini.

Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com

Sormazlar mı adama? - Gündüz Akgül
Başbakan Yardımcısı ve Hükümet sözcüsü Bülent Arınç’ın bu gün (23.03.2015) yazılı ve görsel medyaya yansıyan demeci insanın tüylerini ürpertmektedir…
Neden mi?
Melih Gökçek 27 Mart 1994 tarihinde yapılan Yerel seçimlerden bu güne kadar kesintisiz Ankara Büyükşehir Belediye Başkanıdır…
1991 tarihinde üye olduğu Refah Partisinden bu yana, Bülent Arınç ile birlikte,  Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan ve yerlerine kurulan yeni partiler (Fazilet, AKP) içinde yer alan bir partili ve yol arkadaşıdır…
Bülent Arınç, Melih Gökçek için ne diyor?
“Ankara’yı parsel, parsel sattın”
Siyasi düşüncelerimiz farklı olmakla birlikte bizler, Bülent Arınç’ı dürüst bir siyasetçi olarak biliyorduk…
Yıllardı yetkili makamlarda bulunan Bülent Arınç nasıl oluyor da, Melih Gökçek Ankara’yı parsel, parsel satarken sesini çıkarmamış da, Melih Gökçek kendisine dokununca bunu kamuoyu önünde dile getirmiştir…
Arınç’ın bu savı doğru ise Melih Gökçek suç işlemiş ve Arınç da bu suça göz yumarak ve suçu gizleyerek bu suçun işlenmesine katkıda bulunmuştur…
Arınç’ın savı doğru çıkmazsa bu resmen Gökçek’e iftira atmak suçunu oluşturmaktadır…
Her iki suçta resen kovuşturmaya tabi suçlardandır…
Bülent Arınç’a sormazlar mı bugüne kadar neredeydiniz?
Bu savın, Cumhuriyet Savcıları tarafından ihbar kabul edilerek hemen soruşturulması gerekmektedir…
Ayrıca AKP ilgili kurullarının da derhal harekete geçmeleri gerekmektedir…
Bekleyip göreceğiz…
Bu sav diğerleri gibi sumen altı mı yapılacak, yoksa ciddi bir şekilde üstüne mi gidilecek…
Başbakan Davutoğlu’nun yurttaşlara bir sözü vardır…
“Harama bulaşan kardeşimiz de olsa onun kolunu koparmaya kararlıyız”
Haydi, sözünün arkasında dur…

23.03.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Tayyip Bey'in Tükenmeyen İhtirası Akp'nin Evlatlarını Yemeye Başladı
Fiili Başkan Tayyip Bey'in bitmek ve tükenmek bilmeyen ihtirası, fiili başkanlığını Anayasal tabana  oturtma isteğindeki ısrar ve inadı,ülkemize ve AKP'ye zarar vermeye ve tehlike çanları çalmaya başlatmıştır.

Son iki gün zarfında Sayın ARINÇ'ın başını çektiği AKP içinde gelişen olaylara baktığımızda, Tayyip Bey ile Hükümet arasında ciddi bir yetki paylaşım kargaşası ve çekişmesinin yaşandığı, iyice suyun yüzüne çıkmış bulunmaktadır.

AKP içindeki bu yetki paylaşım çatışması, AKP'yi ikiye bölmüş, bir kısım AKP'liler Tayyip Bey'in yanında, bir kısım AKP'liler de Sayın ARINÇ'ın başını çektiği Başbakan Ahmet Bey'in ise insiyatif kullanamadığı ve sessiz kaldığı Hükümetin yanında saf tutmuş bulunmaktadır.

Sayın ARINÇ'ın, bize göre temelinde Tayyip Bey'in Hükümetin çalışmalarına yönelik  müdahaleleri ve başkanlık modeline geçiş konusundaki ısrarlarının bulunduğu Aksaraya karşı çıkışında,bazı basın organları ve kişiler, durumdan vazife çıkararak ARINÇ'a saldırmaya başlamışlar ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı da Tayyip Bey'in yanında saf tutarak durumdan vazife çıkarmış ve Sayın ARINÇ'ı paralelcilikle suçlayarak istifaya davet etmiş, ARINÇ da patlayarak, Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanına çok ağır bir cevap vererek, belediye başkanlığı seçimleri öncesinde kendisinin paralel yapının kucağına oturarak, parsel parsel arazileri onlara satarak peşkeş çektiğini iddia etmiştir.

Tayyip Bey şunu iyi bilmelidir ki; eski Cumhurbaşkanı GÜL ile Başbakan Yardımcısı ARINÇ, kendisiyle birlikte AKP'yi kuran ve AKP içinde tabanları ve sevenleri olan önemli kişilerdir.Tayyip Bey, AKP tabanına dayanarak birşeyler elde etmek istiyorsa, bu kişileri görmezlikten gelemez ve onları hafife alamaz.

Tayyip Bey, GÜL ve ARINÇ dan daha karizmatik olsa da, bu kişiler nezdinde eşitler arasında sadece birincidir.Tayyip Bey'in  bugünkü konumuna ulaşmasında GÜL ve ARINÇ'ın da pay ve emekleri büyüktür, Tayyip Bey'in, bu ikiliyi dikkate almadan,onları yok sayarak AKP içinde kendisini tek adam ve fiili başkan ilan etmesi, AKP için sonun başlangıcı olacaktır.

Bize göre ortaya çıkan manzara, Melih GÖKÇEK üzerinden başlatılan ve taraflarından birinin Tayyip Bey, karşı tarafta ise, GÜL ve ARINÇ'ın yer aldığı parti içi güç mücadelesinden, Tayyip Bey'e, bizi dikkate almazsan hiçbir yere varamazsın mesajını vermekten başka bir şey değildir.

Bize göre, Tayyip Bey'in bitmek bilmeyen ihtirasları, tek adam davranışları yüzünden AKP içinde başlayan bu çatışma, evlatlarını yemeğe başlamış, bu çatışma ve çatlağın büyümesi halinde, 7 Haziran seçimlerinde, Tayyip Bey dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan da olacak, bırakınız 400 milletvekili ile başkan olmayı, AKP'nin iktidardan düşmesi ile Aksarayda Cumhurbaşkanı olarak beş yıllık normal süresini tamamlaması dahi tehlikeye girecektir.

Bizden söylemesi Tayyip Bey'in bitmek ve tükenmek bilmeyen ihtirası, kendisini ve AKP'yi tüketecektir.

24/03/2015
Güner YİĞİTBAŞI
İzmir Barosu Üyesi Avukat

Amerikada Ermeni Meselesi Nasıl Geliştirildi - Galip Baysan
Geçenlerde bir yazımda Amerika’da Ermeni meselesinin nasıl doğduğunu anlatmaya çalışmıştım. Yoğun bir Hıristiyanlık algısı ile doğan Ermeni sevgisi daha sonraki yıllarda daha da geliştirildi ve ABD’nin Birinci Dünya savaşına katılma nedenlerinden biri haline getirildi.
Morgenthau’nun kitabının çıktığı 1918 Aralığına kadar Amerika’da en etkin propoganda kitabı, İngilizlerin ünlü propaganda yayını Mavi Kitap olarak bilinen Vikont Bryce’ın “The Treatment of Armenions in the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Karşı yapılan Muamele” adlı hazırlanışını yakından izlediğimiz kitap oldu. Bunun bir sebebi de onun 1888’de Amerika Tarihi ile ilgili yazdığı “The American Commonweath” adlı kitabın Amerika’da akademik çevrelerde büyük kabul görmüş olmasıydı. Amerikalılara hitap edebilecek imkâna sahip olması nedeni ile özellikle seçilmişti. Savaştan önce Amerika’da uzun yıllar elçilik yapmış olması da ayrı bir avantajı idi. Meselâ Amerika’daki misyoner kuruluşları Ermenilere yardım için açtıkları kampanyalarda kendi propagandalarına destek sağlamak için “eski dostumuz büyükelçi Bryce’da iddialarımızı doğrulamıştır.” gibi ifadelerle, Türk düşmanlığına destek buluyorlardı. (1)
Amerika kamuoyunu kazanmak amacıyla, İngilizler başlattıkları dev propaganda kampanyası” sırasında, Amerikan gazetelerine de Bryce Raporu’nun önemli kısımlarının yazılması için dağıtıyorlardı. “The New York Times, Philedelphia Public Ledger ve Chicago Herald gibi gazeteler bu Ermeni dehşeti öykülerine oldukça fazla yer vermeye başladılar. Current History (Güncel Tarih) adlı New York Times’ın çıkardığı aylık dergi, Bryce Raporu’nun uzun giriş bölümünü doğrudan veren ve raporun Türk vahşetiyle ilgili en korkunç kısımlarını özetleyen Türk karşıtı makaleleri orta sayfa serileri olarak veriyordu. New York Times gazetesi üç sayfasını Bryce Raporu’na aktarmak için kullanmıştı. New Republic Bryce’ı kaynaklarının seçimi ve kanıtları için övmüştü, ancak bu kaynakların çoğunun anonim olduğundan hiç bahsedilmemişti. Aksine raporun özeti verilmiş ve Türkler kınanmıştı. Diğer gazete ve dergiler de aynı şeyi yapmış, raporun özeti ya da rapordan alıntıları yayınlamışlardı. (2)
“Wellington House, Bryce Raporu’nu diğer propaganda yayınları için bir kaynak olarak kullandı.   Kitabın en inanılmaz bölümü, sadece Osmanlı kabine üyeleri ve Genelkurmayınca bilinebilecek hayal mahsulü kararların anlatıldığı ‘Müslüman Askerlerin Raporları’ isimli iki kısa raporun yer aldığı kısımdı. Söz konusu askerler Ermenilerin öldürülmesi için, birinin bizzat Şeyhülislam tarafından verildiği iddia edilen tamamen hayali emirleri rapor ediyorlardı.” (3)
Raporlar propaganda yazıları maalesef gerçek gibi kabul edilecek ve yıllar sonra bu konuda bilimsel çalışmalar yapan bazı yazarları da etkileyecektir. Meselâ bunlardan biri olan Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East 1914–1924 (Orta Doğu’nun Doğuşu) adlı kitabında bakın ne diyor:
“Türk –Ermeni ilişkileri savaşın başlamasından birkaç ay sonra, Türklerin Ermenileri sistematik olarak katletmeleri sonucu bozuldu. 1915 yılında katliamlar Amerikan misyonerleri tarafından duyuruldu. Onların bildikleri hem Amerikan basını, hem de Bryce Raporu ile geniş ölçüde kamu’ya duyuruldu. Böylece ABD’nin en büyük şehirlerinde zincirleme bir yoğun sempati (Ermenilere) hareketi başladı. Başkan Wilson, kurbanların yararına müdahale etmesi için halktan ve dinsel kuruluşlardan onbirlerce mektup aldı. Bu normal olmayan bir reaksiyondu. Çağdaş batı yaşamında böyle büyük çaplı bir şehitlik ve vahşilik örneği mevcut değildi. ABD’nin Hıristiyan halkına Ermeniler, tarihi (dinsel, yer altı sığınakları, mezarlıklar arenalar ve gladyötörlerin işkencesi altında acı çeken ilk hıristiyanları) hatırlatıyordu. Sanki bu yirminci yüzyıl versiyonuydu.” (4)

Ağustos 1915’te Morgenthau’nun teşviği ve Cumhurbaşkanı’nın hararetli konuşması sonrasında bir Yakın Doğu (daha ziyade Suriye ve Ermeniler için ) Yardım Fon’u oluşturuldu. Türk zulmünün kurbanları için bağış toplanmaya başlandı. Tarihte halkın büyük bir cömertlikle gönülden katıldığı böyle bir genel cömertçe yardımlaşma zor görülebilir. Ülkenin en büyük şehirlerinde New York’un Amsterdam Opera Binası, Philadelphia Stadyumu, Detroit’deki Billy Pazar Çadırı ve diğer meydanlarda toplantılar yapıldı. Başkan Wilson ve Theodore Roosevelt telgrafla, Morganthau ateşli bir konuşma ile katıldılar. Senatörler, Din adamları, Milletvekilleri, belediye başkanları ve pek çok seçkin insan konuşmalar yaptılar. Brodway’de çalışanlar ve film yıldızları dev bir Yakın Doğu’ya yardım yürüyüşü yaptılar. Harvard – Yale 1916 Futbol maçı geliri fon’a bırakıldı. Kongreye verilen bir teklife ve 22 Ekim 1916’da alınan bir karara göre; her sene bir Pazar günü “Orta Doğu Kurtarma” günü olarak kabul ediliyor ve Amerika’daki 50.000 kilise bağış toplamaya devam ediyordu. Bundan böyle “açlık çeken Ermeniler” Amerikan şefkatinin bir büyüsü olmuş gibiydi. Büyük yardımlar yapılmağa başlandı. Rokfeller Vakfı 150.000 dolar, Gugenheim Fonu 30.000 dolar, New York Hipodromundaki toplantıdan 75.000 dolar, Hediyelerle 10.000 dolar, birkaç yüz zengin aileden 5.000’er dolar, ayrıca yüzbinlerce kişi’den yardımlar. 1915 yılında toplam 6.000.000 dolar, 1916’da 20.000.000 dolar yardım toplandı.(5)
Toplanan paralar İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi Morganthau’ya gönderiliyor ve Osmanlı devleti içinde dağıtımı o ayarlıyordu. (Tabii ki paraların nereye gittiğini ve gerçek dağıtımın örgütlere mi, kiliseye mi, yoksa bütün bu olaylar yüzünden yollara düşen, gerçek ihtiyaç sahibi insanlara mı gidecekti, bunu tahmin etmek cidden zordur.) Osmanlı yöneticileri (büyük bir insanlık örneği göstererek) paranın alınmasına ve dağıtılmasına itiraz etmediler. 1917 yılında bir ayda 100.000 dolar gelmeye başladı. (6) Morgenthau gelen yardım paralarının (önemli) bir kısmını Filistin’deki Musevi örgütlerine aktardı (7) Çünkü Sykes-Picaut Anlaşması gündeme girmişti ve bölgede başka büyük oyunlar oynanıyordu.

DİPNOTLAR:

(1) Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, Justin Mc Carthy, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu, s.35 (Editör, Hasan Celal Güzel, 2. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara- 2001).
 (2) Aynı Eser, s.35.
(3) Aynı Eser, s.35-36.
(4) Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East, 1914-1924, s.342 (The Penguin Press, Washington – 1969).
(5) Aynı Eser, s. 343.
(6) Aynı Eser, s.343.
(7) Aynı Eser, s.194.

Dr. M. Galip Baysan

İnsanımızın bu günlerde merakla sorduğu başlıca sorulardan biri de şüphesiz “Ne olacak bu doların hali?”
Daha doğrusu, aynı gün içinde bile bir inip bir çıkan bu dolar fiyatlarıyla, “ne olacak bu memleketin ve dolayısıyla bizlerin hali?” demeye getiriyor insanlar.
Bu işin çok derin bir ekonomi konusu olduğunu söyleyenler kusura bakmasınlar…
Konuyu çok fazla bilimsel(!) hale getirmeden anlatmaya çalışalım isterseniz.
*
Bu “dolar denen şey”i bir mal olarak düşünün.
Aynen pazardaki domates gibi.
Dünyadaki tek üreticisi Amerika, alıcıları da “bütün dünya”.
Çünkü dünyanın her yerindeki her türlü alışverişte kabul gören, geçerliliği olan bir “ödeme aracı”.
Her “mal” için olduğu gibi “dolar”ın fiyatı da, piyasaya ne kadar sürüldüğü ile ne kadar talibi olduğuna bağlı.
Yine domates örneğinden gidersek; Amerikan merkez bankası olan FED, doları piyasaya fazla fazla sürerse, her sürdüğünde fiyatı aşağıya düşüyor; “Artık sürmeyeceğim” dediğinde de, piyasaya yeni dolar gelmeyeceğinden, “bari olanları satın alalım” dendiğinden fiyatı yükselmeye başlıyor.
Aynen, bu hafta pazara fazla domates gelmeyecek dendiğinde satıcıların fiyatı yükseltmesi, alıcıların da bu duruma razı olması gibi.
Var mı bunun çok bilimsellik(!) gerektiren tarafı?
Şimdi denilecektir ki, Eee onların merkez bankası isteyince doların fiyatı yükseliyor da bizimkiler söyleyince neden düşmüyor?
Düşmez tabii…
Çünkü mal adamın malı, domatesi piyasaya süren tek üretici o, sen sadece alıcısın.
Domatesi şu fiyattan satarsan alırım, “ben bağımsızım” da dersin ama, almak zorundaysan verilen fiyatı kabul etmekten başka çaren var mı?
Yok!
-Ya Merkez Bankası elindeki dolardan satarsa?
-Varsa ve Merkez Bankamız ortalık karışmasın isterse “bir ölçüde” elindeki doları satabilir tabii.
Diyelim ki Türkiye’de çalışan bir yabancı şirket “ben buralarda duramam” deyip hisselerini satacak ve aldığı parayı dolara çevirip gidecek.
O bunu yaparken fabrikasını, hissesini, arazisini Türk lirasıyla satıp götürmek üzere piyasadan dolar toplayacağı için piyasadaki dolar fiyatları da fiyatlar yükselecek ya… İşte o durumda Merkez Bankası devreye girip kendi kasasındaki dövizleri piyasaya veriyor ve Türkiye’yi terk eden yabancının eski ve dolayısıyla düşük fiyattan döviz alarak ve bu arada piyasayı fazla dalgalandırmadan bu ülkeden çıkıp gitmesini sağlıyor.
Yani sırf fiyat yükselmesin diye adamlara kendi dövizini ucuza veriyor.
Aynen öyle.
-Vermeseydi ne olacaktı?
Yabancının satın almaları dolayısıyla dolar kuru yükselecek ve o yabancı, elindeki Türk Liraları bu sefer daha az dolar almaya yeteceği için ülkeden daha az döviz çıkacaktı.
Yani sonuçta, “aman içeride fiyatlar yükselmesin” derken aslında kendi dövizimizi ucuza satmış, fiyatı yükselmesin derken adamlara bu ucuz fiyatlardan daha çok döviz götürme, yani kazançlı çıkma imkanı vermiş oluyoruz.
-Bu yanlış bir uygulama mı?
Hayır, her zaman değil. Onu da ilaç gibi düşünelim; ilaç iyidir ama yerinde ve dozunda kullanılmadığında faydadan çok zarar verir.
Merkez Bankasının döviz satması, “Önlenebilir” bir panik halinde yararlı olabilir. Salarsınız piyasaya dövizi, yabancının ihtiyacı görülür, piyasada bir yükselme olmayınca da başkaları ürkmez, herkesin yüreği serinler, panik durur, kimi yabancılar belki de çıkmaktan bile vazgeçer.
Ama döviz fiyatlarını oluşturan bu “koşullar” kısa süreli bir “panik” olmaktan çıkmış, kalıcı hale gelmişse, yani yangın büyümüşse, Merkez Bankası’nın yaptığı ucuz satışlar aynen dibi delik kovayı doldurma gayreti gibi sonuç verir.
Yani elinizdeki dövizi de siz ucuza sattığınızla kalırsınız, fiyatlar yine kendi mantığına göre belirlenmeye devam eder.
Şimdiki durum biraz bu yöndedir.
*
O zaman özetleyelim:
Doların şimdiki yükselişi iki ana nedenden kaynaklanır.
Birincisi, yukarıda anlattığımız nedenle yani ABD’nin piyasaya ne kadar dolar saldığı, salmaktan ne kadar vazgeçtiğine bağlı olarak; teknik olarak söylersek, “küresel arz ve talebe” bağlı olarak.
Yükselmenin ikinci nedeni, Türkiye’nin kendi ekonomisi yani iç piyasasındaki arz ve talep koşullarında olumsuz yöndeki değişikliklerdir.
İç piyasada dolara olan talep yüksek, eldeki dolar miktarı sınırlı ise; açıktır ki aynen pazardaki domates fiyatları gibi onun fiyatı da yükselecektir.
Burada fiyatı yükselten şey artık sadece dünyadaki arz talep değişikliği değil, onun üzerine binen içerideki “piyasa”nın yükselen talebidir.
Şimdi ekranlarda gördüğünüz dolar fiyatları işte biri “küresel”, diğeri “yerel” olmak üzere bu iki ayrı piyasadaki şartların “bir aradaki” sonucudur.
*
İç piyasada dolar neden yükselir?
Türkiye ekonomisine belirli kaynaklardan döviz girer.
-İhracat dövizi
-Yabancı sermaye girişi
-Dış borçlanma
Türkiye’nin bu kaynaklardan sağladığı döviz oldukça sınırlıdır ve bu sınır artık ekonomimizi bir hayli zorlamaktadır.
Nedenini hepimiz biliyoruz:
-İhracat daralmıştır, Avrupa krizdedir, etrafta ticari işbirliği yapacak “dost” ülke kalmamıştır ve saire.
-Yabancı sermaye girişi durmuş hatta geriye dönüş başlamıştır, çünkü adamlar bizim memleketin ileri demokrasisine bir türlü akıl sır erdirememişlerdir.
-İhtiyaçlar artarken dış borçlanma imkanları giderek azalmakta, alınacak borcun şartları ağırlaşmaktadır. Malum kavgalı eve kız verilmediği gibi borç para da verilmez.
Dolayısıyla iç piyasamızda elimizdeki dolarımız giderek “kıt”laşmakta, bir başka deyişle “kıymetlenmektedir.”
Kur artışı da “kıymetlenme”nin rakamsal göstergesi değil midir zaten?
Bizim ekonomide dolar giderek kıtlaşırken piyasamızda “dolara hücum”un hız kesmesi için şu sıralar herhangi bir ümit de görünmemektedir.
-İthalat hala yüksektir, iç piyasadaki yabancı tüketim mallarının, hammaddenin, petrol ve doğalgazın, yabancıların kar transferlerinin dolar cinsinden karşılanması için dolarla ödeme yapmak gerekmekte ama önümüzdeki günlerde bu ihtiyacın azalması için hiç bir neden bulunmamaktadır.
-Türkiye’ye yatırım, spekülasyon ya da “sığınmak için” giren sermaye, buradaki havalar artık çok değişken hale geldiği için, elindeki para ya da servetini dolara dönüştürerek geri çıkmaya başlamıştır. Bu durum kolay kolay kaldırılamayacak düzeyde, önemli bir dolar talebi yaratmaktadır.
-Türkiye’deki özel sektör devletten daha fazla dış borçludur. Ülkenin koşulları dolayısıyla özel sektörümüzün de mevcut kredi yenileme imkanları daralır, doların fiyatı yükselirken; bizim özel sektörümüz bir an önce bu borçlarını, borçlarının faizlerini karşılayabilmek amacıyla, her zamankinden daha fazla dövize ihtiyaç duymakta, iç piyasaya girmekte ve imkanı ölçüsünde satın almaktadır.
-Bu arada Türk halkı da kendi tasarruflarını dolar cinsinden korumak amacıyla piyasaya girmiştir. Türkiye’de zaten kıt olan iç tasarruflar, bankalarda TL mevduat olarak tutulduğunda faiz elde etmek bir yana, enflasyon dolayısıyla giderek anaparasından eksilmekte olduğundan dövize ve şu anda diğerlerinden daha hızla yükseldiği için dolara kaymakta, piyasanın bir başka nedenle yeni alıcıları oluşmaktadırlar.
İşte durum bu kadar basit ve döviz fiyatlarını analiz etmek hemen hemen pazardaki domates fiyatlarını anlayabilmek kadar kolaydır.
Ne dersiniz?
Bu işin bu şartlarda nereden gelip nereden gideceği belli değil mi?
Öyle IMF’in, Dünya bankasının “rahle-i tedris”inden geçmişlerden falan akıl almaya gerek kalmadan, ama sadece bu ekonomiyi düzeltmek için doğrudan “bizim” ve kendimiz için yapmamız gereken işler apaçık belli değil mi?

Bülent Soylan

Milli iradeye ipotek koymak! - Gündüz Akgül
Çağdaş uygarlığı benimseyen milletler, fertlerin hak ve özgürlüklerini korumak,  birlikte düzen içinde yaşamak için bir takım kurallara göre yönetilen ve adına devlet dedikleri bir kurum oluşturmuşlardır…
Yerleşik devletlerin, her bireyin uymak zorunda olduğu bir Anayasası ve bu Anayasaya aykırı olamayacak yasaları vardır…
Laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, “Egemenlik kayıtsız ve koşulsuz Milletindir” (madde 6) der…
Millet bu egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır…
Bu organlar Yasama, Yürütme ve Yargıdır…
Yürütme Organının içinde kabul edilen Cumhurbaşkanı Devletin başıdır…
Anayasanın 101. Maddesine göre, Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer…
Anayasanın 103. Maddesine göre ant içen Cumhurbaşkanı millete, “…..üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine and içerim.” Sözünü vermektedir…  
28 Ağustos 2014 tarihinde halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu sözünü tutuyor mu?
Birlikte bakalım…
-Partisiyle ilişiğini kesmiş midir?
-Tarafsız davranmakta mıdır?
-Bu konuda gereken çabayı göstermekte midir?
Tüm bu soruların yanıtı koca bir HAYIR’dır…
İktidara geldiği günden beri milli iradeye çok önem verdiğini her koşulda dile getiren Cumhurbaşkanı, milli iradeye saygı gösteriyor mu?
Hayır…
Kanıt mı istiyorsunuz?
Millet (milli irade), Anayasaya uygun olarak Cumhurbaşkanını, partisiyle ilgisini kessin ve tarafsız davransın diye seçmiştir…
Açılışlara, Sivil Toplum Kuruluşlarının toplantılarına katılmayı, bahane ederek her gün salonlarda ve alanlarda konuşmaktadır…
Cumhurbaşkanı olarak bu etkinliklerde bulunmak, konuşmak en doğal hakkı ve görevleri içindedir. Buna kimsenin bir şey deme hakkı yoktur…
Ancak, bu konuşmalarında ad vermeden eski partisine 400 milletvekili istemek…
Parlamentoya gelecek bu milletvekillerinden, Anayasayı değiştirerek Başkanlık sistemini, getirmesini peşinen dayatmak…
İşte buna hakkı yoktur…
Anayasaya aykırıdır ve Anayasa aykırı davranma suçunu oluşturmaktadır…
Ayrıca, daha seçilmemiş milletin vekillerine şimdiden ipotek koyarak nasıl davranmaları gerektiğini söylemek milli iradeye ipotek koymakla eş anlamlıdır…
Gel gör ki Cumhurbaşkanı, bu davranışının gerekçesini “ben seçilmeden önce böyle davranacağımı söylemiştim, Millet beni seçti” diye göstermektedir…
Bu kabul edilemez ve edilmemelidir…
Muhalefet nerede?
Gören var mı?

22.03.2015
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget