Ekim 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK, 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’da başlattığı Kurtuluş Savaşını binlerce şehit kanları pahasına 09 Eylül 1922 tarihinde düşmanı gavur! İzmir’de denize dökerek yengi (zafer) ile sonlandırırken işinin bitmediğinin bilincindeydi.
O, uzun yıllar önce düşündüğü ve kurtuluş kadar önemli gördüğü kuruluş aşamasında, kurtuluşu devrimlerle taçlandırmayı istiyordu.
Bu isteğini, Erzurum Kongresi yapıldığı dönemlerde Mazhar Müfit (Kansu) ile aralarında geçen bir konuşmadan anlıyoruz.
"Mazhar not defterin yanında mı?"
"Hayır paşam."
"Zahmet olacak ama bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel."
Mazhar Müfit Kansu'nun aşağıya gidip elinde not defteriyle geldiğini görünce, sigarasından bir iki nefes çektikten sonra: "Ama bu defterin, bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir sen, bir de Süreyya (Kalem Mahsus Müdürü) bileceksiniz, şartım bu..."
Paşa'nın şartı kabul edildi. Bundan sonrasını olayın tanığı Mazhar Müfit Kansu'nun ağzından dinliyoruz: "Öyleyse tarih koy" dedi. Koydum: 8 Temmuz, 1919 Sabaha karşı.
       "Pekâlâ, yaz" diyerek devam etti.
       -"Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır... Bu bir.
       -İki Padişah ve Haneden hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.
       -Üç örtünme kalkacaktır.
       -Dört Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir."
       Bu anda kalem elimden düşüverdi. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu. Bu, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşurdum. "Neden duraksadın?" dedi. "Darılma ama paşam, sizin hayal peşinde koşan taraflarınız var" dedim. Güldü...
"Bunu zaman gösterir, sen yaz" dedi.
-Beş Latin harflerini kabul edilecektir."
"Paşam yeter, yeter..." dedim. Biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın davranışı ile: "Cumhuriyet ilanını başarmış olalım da üst tarafı yeter" dedim.
Ve
Büyük Önder, söylediklerinin tümünü başararak Kurtuluşu, ardı sıra gerçekleştirdiği devrimlerle taçlandırdı.
Bu devrimlerin en büyüğü kendi söylemi ile laik cumhuriyettir.
Laiklik demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Gerçekleştirilen kılık kıyafet devrimi ile Fes yerine şapka, çarşaf ve peçe yerine ise kadınlarımızın çağdaş giyimi getirilmiştir.
Son yıllarda bazı kadınlarımız, taktıkları Türbana özel yaşamlarında karışılmamakla birlikte ısrarla kamu alanına taşınmak istenmektedir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin bağlayıcı kararlarına göre Türbanın kamu alanında takılışının laikle aykırı eylem oluşturduğu tescillenmesine karşın AKP, genelgelerle, Yönetmelik değişiklikleriyle işi oldubittiye getirerek Türbanı kamu alanına taşımıştır.
Hukuku arkadan dolanarak bunu gerçekleştirmek yetmiyormuş gibi söylemleriyle adeta laik Cumhuriyetle restleşmek istiyorlar.
Örneğin;
Yazılı medyaya yansıyan habere göre Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, "Yıllar önce başörtülü bir milletvekilini yaka paça dışarı atma ayıbını yaşayan TBMM'yi, bu ayıptan AK Parti kurtaracak" dedi ve ekledi: ''Bir CHP Genel Başkan Yardımcısı çıkmış diyor ki; 'Bu meclise başörtülü kimseyi sokmayız', hadi gücün yetiyorsa sokma"
 Uygar Avrupa ülkelerinin tümünde dini simgelerin kamu alanlarında kullanılması laikliğe aykırı görülüp yasaklanırken, laik Türkiye Cumhuriyetinin bir Bakanının bu söylemi laik Cumhuriyetle restleşme değilse nedir?
Ayrıca üslup bakımından kabul edilemez.
Şu bilinmelidir ki Laik Cumhuriyet sahipsiz değildir.
Büyük Önderin Cumhuriyeti teslim ettiği Türk gençliği ve halkının büyük çoğunluğu laik Cumhuriyetine sahip çıkmaktadır.
En büyük bayram olan Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun.
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Cumhuriyet; “Res Public/Kamuya ait yönetim şekli” yüzlerce yıllık bir rüyanın gerçekleşmesiydi. 29 Ekim 1923 günü, İlk defa bir Türk, hatta bir İslam toplumu (Kafkasya’daki Sosyalist Cumhuriyetler hariç) egemenliğin tamamen halka ait olduğu ve yöneticilerin periyodik aralıklarla seçildiği, seçilenlerin ömür boyu yönetimde kalmayacakları ve seçime halkın tümünün katıldığı bir devlet şekline kavuşuyordu. Bu düzen demokratik yaşam biçimine en geniş imkânlar sağlayan bir düzen olacak, bu düzende vatandaşlar kendilerini yönetecek kişileri değişik görüşler içinden dilediğince seçebilecek ve onları her zaman denetleme imkânına sahip olabileceklerdi.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ilginç bir gelişmenin sonucudur. Demokrasiyi benimsemiş çağdaş batılı ülkelerde askerin bu derecede siyasi yapı içine girmesi tehlikelidir. Askerin başındaki kişi veya kişilerin demokrasiyi her an rafa kaldırmaları ve kişisel hâkimiyetlere dayanan bir dikta rejimi kurmaları daima beklenebilir. Eğer kendileri iktidara talip olmazlarsa bir başka kişi veya örgütün iktidar olması için gayret gösterebilirler.
Türkiye’de durum çok farklıdır. Günümüzdeki bütün abartılı iddialara rağmen, çağdaş atılımları yapmak isteyen, demokratik kurumları kurmaya ve çalışır hale getirmeye çalışanlar, yani ilericiler hep askerler ve onlara katılan bir avuç sivil aydın olmuştur. Buna karşılık klasik şarklı sisteme bağlı kalmayı arzu eden, değişikliklere karşı çıkanlar, gericiler hep zamanın sivil aydınlarıdır. Halkın orta kesim çocukları olan askerler; anaları, babaları, kardeşleri demek olan koca devi (Türk ulusunu) kendilerine karşı çıkılmasına öldürülmelerine, küfürler ve işkence görmelerine, aç, susuz, silahsız bırakılmalarına rağmen mertçe omuzlamış, uyandırmış, tedavi etmiş ve ayağa kaldırmıştır. Bununla da kalmamış ona tarihte ilk defa “vatandaş olma, ulusun efendisi olma” hakkını vermişlerdir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım askerler bunu kendi içlerindekiler dâhil, gözle görülen büyük bir muhalefete rağmen başarmışlardır. Ancak, Cumhuriyet bir son değil sadece bir başlangıçtır.
Reformlar dönemine girilirken Mustafa Kemal, Halk Fırkası ve Meclis’in tümü için yüzlerce yıllık yerli-yabancı tarihsel kurumlara karşı en büyük koz Mustafa Kemal Paşa’nın halk üzerindeki prestiji ve ordunun desteğidir. Ordu tüm olarak reformlar yönünde ağırlığını koymuş, desteklemiş hem öncüsü ve hem de garantörü olmuştur.(1) Sorun Orduda değildir. Önderlik, garantörlük gibi göze görünmeyen görevlerin Anayasal kurumlar tarafından devralınmamasındadır. Unutmamak lazımdır ki Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yeni devletin, Demokrasinin doğuşu ve çağdaşlaşma ordunun bünyesinde gerçekleştirilmiştir. Bunun sebebi, tesadüf değildir. Dönemin Türk toplumu içinde çağdaş aydın zümresinin çoğunlukla (S.Ağaoğlu’na göre %90) askerlerden oluşmuş olmasıdır.(2) Unutmamak gerekir ki Ankara Üniversitesinin ilk fakültesi sayılabilecek Dil tarih Coğrafya Fakültesi bile ancak Cumhuriyet’ten 12 yıl sonra (14 Haziran 1935’te) kurulabilmiştir.(3)
İstanbul Üniversitesine gelince Darülfünun’un ikinci Meşrutiyet (1908)den sonra gelişme imkânı bulduğunu hatırlıyoruz. O dönemde yurt dışından davet edilen öğretim üyesi ve bilim adamlarından biri olan Profesör Ernest E. Hirsch anılarında o dönemi şu sözlerle anlatmaktadır:
“1923 ve 1932 arasındaki 9 yıl içinde, Türkiye kamuoyunu hiçbir konu, Darülfünun meselesi kadar meşgul etmemiştir. Reform ve yeniden organizasyon amacı ile Cenevre’den pedagoji profesörü Albert Malche çağrıldı. Malche, o günkü durum hakkındaki izlenimlerini ve reform önerilerini ayrıntılı bir raporda topladı. Profesör Malche, raporun sonunda, Batı Avrupa’da geçerli olan üniversite kavramından hareketle, meselenin özünün, üniversite kavramı altında işi sadece bilgi dağıtmak olan kurumlar anlaşılmasının yanlışlığında yattığını, üniversite denince akla bilimsel düşünce metodunu öğreten bir kurumun gelmesi gerektiğini bildirdi. Üniversite adını hak eden bir kurum, bilimsel bir tutum, bilimsel bir zihniyet ortaya koymalıydı. Bilimsel tutum olmaksızın kurtuluş da olamazdı. Eğer bir uygarlık, bilime gerek duymaksızın, hatta bilime rağmen gelişip serpilebilirse, o zaman bu kurumu kapatmak en iyi çözüm olacaktı. Hiç olmazsa ülke gereksiz masraflardan kurtulmuş olacaktı.”(4)
Bu nedenle cumhuriyete sahip çıkacak yeni nesillerin, Üniversiteler gibi akıl ve bilim yuvalarında yetişmiş olması gerekiyordu. O nesiller yetişene kadar koruyuculuk görevi kurucu kurum olarak Orduya düşüyordu. Bu günlerde moda olan iktidarıyla muhalefetiyle yargılama teraneleriyle gündemde olan 1960,1980 darbeleri bu koruyuculuk görevinin bir sonucudur. Hatta günümüzdeki dinsel ve ırksal engizisyon davalarının da bu görevi yapma isteğinin bir sonucu olduğu kabul edilmelidir.
DİPNOTLAR:
(1) C.H. Donald, Democracy and Development In Turkey,, s.135( The Ethon Pres, Great Britain-1979)
(2) Samet Ağaoğlu: Kuvayımilliye Ruhu., s.41( Nebioğlu Yayınları, İstanbul-1944); Emre Kongar, Atatürk Üzerine, s.78 (Hil Yayın, İstanbul-1983)
(3) Üniversiteler Kanunu kabul tarihi: 13.6.1946 (Afet İnan, Hatıralar, Belgeler, a.217,TTK, Ankara-1959))
(4) Ernest E. Hirsch, Hatıralarım, Kayzer Dönemi, Weimer Cumhuriyeti, Atatürk Türkiyesi, s.242 (T.İş Bankası, Ank.-1985)

Dr. M. Galip Baysan

Ankara'daki gazeteci arkadaşlarımız önceki gece "alarm"a geçti...
Aldıkları bilgiye göre, ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sheraton Oteli'nde baş başa görüşüyordu...
Haber müdürleri hemen en deneyimli muhabirlerini bu görüşmenin perde arkasını öğrenmeleri için Sheraton'a gönderdi.
Muhabirler küçücük bir bilgiye ulaşmak için saatlerce didindi ama sonuç çıkmadı!
Sadece bu görüşme için davetin ABD Büyükelçisi'nden geldiğini...
Kılıçdaroğlu'nun en yakın kurmaylarına bile haber vermediğini...
Görüşmenin baş başa gerçekleştirildiğini, içeriye sadece bir "tercüman"ın alındığını öğrenebildiler!
***
Sayın Kılıçdaroğlu:
Siz sadece CHP'nin Genel Başkanı değil, aynı zamanda "anamuhalefet partisi"nin liderisiniz...
Yani; Başbakan'ın alternatifisiniz!
Bir büyükelçi sizinle görüşmek istiyorsa; telefon eder, randevu alır, sonra da atlayıp CHP Genel Merkezi'ne ya da sizin söyleyeceğiniz yere gelir...
Görüşme öncesinde ya da sonrasında da birlikte kameraların karşısına geçip kamuoyunu bilgilendirirsiniz...
Sorulacak tüm soruları, olabildiğince açıklıkla yanıtlar; ortadaki tüm "kuşku"ları kaldırırsınız!
***
Ancak böyle olmuyor:
ABD Büyükelçisi, Türkiye'nin anamuhalefet partisinin liderini bir otele "çağırıyor..."
Siz de hiçbir sakınca görmeden kalkıp gidiyorsunuz...
Partinizin yönetim organlarını bilgilendirmeye bile gerek görmüyorsunuz...
Büyükelçi "Gel" dediği için, gereğini yerine getiriyorsunuz...
Kısacası, gizemli ve hatta "derin" bir görüşmenin iki tarafından biri olmaktan kaçınmıyorsunuz...
***
Yanlış yoldasınız Kemal Bey...
Belli ki farkında bile değilsiniz ama Atatürk'ün, İsmet İnönü'nün, Bülent Ecevit'in koltuklarında oturuyorsunuz...
Düşünün bakalım; dönemin ABD Büyükelçisi (ya da herhangi bir büyükelçi), onlara böyle bir teklifte bulunabilir miydi?
Böyle bir densizliğe cesaret edebilir miydi?
Etse bile, alacağı yanıt ne olurdu?
***
Diyeceksiniz ki, "Benim yapım böyle... Bu tür protokol kurallarını çok da umursamam..."
İyi de siz Genel Başkan seçildiğiniz günden bu yana artık sadece Kemal Kılıçdaroğlu değilsiniz...
Aynı zamanda size oy verenlerin temsilcisi, bu ülkenin imajısınız!
Türkiye'yi sömürge valilerinin idare ettiği bir "sömürge" görünümüne düşürecek eylemlerin içinde olmamalısınız!
***
Şimdi... Gelelim asıl meseleye:
Ricciardone'nin derdi neymiş Sayın Genel Başkan, sizi neden davet etmiş?
Bunu; tek sözcüğünü bile saklamadan kamuoyuna açıklamanız, boynunuzun borcudur!
EMEK!
Hatırlıyor olmalısınız; Emek Sineması'nın yıkılmasına karşı yapılan protestoda polis göstericilere çok sert müdahalede bulunmuştu...
Ardından da gözaltına alınan eylemciler hakkında dava açılmıştı.
Mahkeme eylemin anayasal hak olduğunu belirterek, Savcı'nın haklarında 6 yıla kadar hapis istenen Hazar Berk Büyüktunca, Özgür İpek, Mehmet Ferit Aka ve Mehmet Berke Göl'ün beraatine karar verdi.
İyi de bu yargılama eksik kalmadı mı?
Madem, sanıkların yaptıkları "anayasal hakkı kullanmak", o zaman bunu kullandırmayan ve vatandaşları döven polislerin, dövme emrini veren polis şeflerinin ve hapislerini isteyen savcının yargılanması gerekmez mi?
Hadi bakalım sanık avukatları; sıra sizde!
GÜNÜN SORUSU
MHP'li Lütfü Türkkan, Başbakan Erdoğan ile Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın yanıtlaması istemiyle ayrı ayrı soru önergesi verip AKP iktidarının yeni hedefinin Anıtkabir olup olmadığını sormuş... Sorum kendisine:
Fırsatını bulurlarsa kaçıracaklarını mı sanıyorsunuz?
Her şey AVM için!
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir geceyarısı baskını ile ODTÜ Ormanı'nı talan etti ya... Bu işin neden bu kadar alelacele yapıldığı ortaya çıkmış:
Çünkü ODTÜ Ormanı'nın içinden geçirilecek yol, 29 Ekim'de açılışı yapılacak olan Taurus AVM'ye gidiyormuş!
Gördüğünüz gibi her şey yalan!
Tek doğru var; para...
Alışveriş merkezleri de AKP iktidarının "para" kaynağı!
Arsasını satarken para alıyorlar, ruhsat verirken para alıyorlar, yol yaparken para alıyorlar...
Gerçi bu AVM'ler artık eskisi kadar ilgi görmüyor ama; kimin umurunda...
Hani Başbakan, "Yol yapmak için ağaç da keseriz, cami de yıkarız" diyor ya...
Yol için değil; yolun ulaşacağı AVM için yapamayacakları şey yok gerçekten de...
Gezi'yi AVM için talan etmeye kalktılar; ODTÜ Ormanı'ndaki binlerce ağacı bu yüzden katlettiler...
Ne diyelim; gözlerini AVM doyursun!
GÜNÜN İSYANI!
Çağlayan 'daki İstanbul Adalet Sarayı'nın girişinde yer alan adaletin simgesi "Themis" heykelinin önünde yağlıboya sergisi açılmış... Yetmemiş; fındık satılan ve kan bağışında bulunulan iki stant daha konulmuş... Böylece Adalet Sarayı, AVM'ye dönüştürülmüş! Tüm bunlara izin verilmiş; çünkü bunları açan kurumlar, "kamu yararı"na çalışıyormuş... İsyanım Adalet Bakanı'na:
Bu heykelin önünde kamu yararı için kurban derisi de toplatacak mısınız?

Siyasete 'sızma' belgeselinde kim oynuyor? - Mehmet Faraç
"Almanya'nın Leipzig kentinde özellikle Alman Sosyal Demokrat Gençlik Örgütü (JUSO) arasında örgütlenen ve çoğu Sachsen eyaletinde Gülen cemaatine bağlı SA-BİL adlı eğitim kurumunda çalışanların çoğunluğunu oluşturduğu bir grubun, siyasi partiye sızma girişimi Alman ARD kanalında 'FAKT' adlı programda gösterime girdi. ARD'de 'Gülen Hareketinin Sızma Girişimi' adıyla yayınlanan programda, Leipzig kentinde cemaatin topluca SPD'ye üye olduğu ve cemaat yanlılarının SPD yönetimi ile organik bağ kurdukları öne sürüldü."
Oda TV'deki bu haberi okurken, Fethullah Gülen'in, hastalığı nedeniyle Zaman gazetesine verdiği iki sayfalık teşekkür ilanı gündeme oturdu...
İlanlarda, cemaat desteğiyle ülkeyi yöneten AKP'lilerin yanı sıra iki CHP'liye de teşekkür vardı; biri Fethullahçıların her etkinliğinde başköşede oturan Erdoğan Toprak, diğeri de her fırsatta Zaman gazetesini göklere çıkartan Gürsel Tekin... Yani laik cumhuriyeti kuran Atatürk'ün partisinde ne yazık ki yönetici yapılan iki sempatizan!..
Keşke ARD Televizyonu, cemaatin Türkiye'deki "sızma" siyasi faaliyetleriyle ilgili de bir belgesel de yapsa... Eminim Atatürk'ün partisinin içinde de bol bol malzeme bulurlardı...
CHP içindeki Toprak, Tekin, Aydın Ayaydın, Muhammed Çakmak ve Faik Tunay gibi cemaat hayranları başrolde oynamak için fırsatı hiç kaçırmazlardı...
Hiç kuşkunuz olmasın, cemaate laf kondurmayan ve bugünlerde CHP için ne yazık ki kurtarıcı gibi gösterilen şaibeli Mustafa Sarıgül de bu belgeseli finans etmekten kesinlikle kaçınmazdı!..
Stratfor marka zeytinyağı!..
Madem konu siyasete "sızma" meselesi, o halde devam edelim ki, zeytinyağı gibi üste çıkartılanların CHP içindeki bağlantıları da sorgulansın...
BDP'de siyaset yapamayınca, Ahmet Türk'ün katkısıyla CHP'ye alınan Sezgin Tanrıkulu'nun, ana muhalefet partisini nasıl yıprattığını biliyorsunuz...
Aday gösterildiği bölgede, CHP'nin yaşadığı oy kaybından ya da Diyarbakır'daki köyünde yaşayan ailesinden bile oy alamamasından söz etmiyoruz.
CHP'ye asıl şoku "Wikileaks" belgeleri yaşatmıştı!.. Çünkü bu belgelerde, Tanrıkulu'nun "CIA'nın yan kuruluşu Stratfor"la ilişkisinden söz ediliyordu.
CHP Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz, kamuoyunda Tanrıkulu'na yönelik tepkileri bir grup toplantısında dile getirince ne yazık ki hedef yapıldı!.. Üzerine yürüyen vekillerin öfkesi yetmedi, Yılmaz disipline de sevk edildi.
Önceki gün sözlü savunma yapan Yılmaz, kendisi yıpratılırken adı "CIA" ile anılan Tanrıkulu'nun parlatılmasına haklı olarak isyan etti!.. Hatta dedi ki; "Tanrıkulu'nun ilişkileriyle ilgili belgeler (Wikileaks) ortaya çıktıysa bunları benim sorgulamak hakkım ve görevim. Yani bunun açıklamasını yapamıyorsa Tanrıkulu, o zaman onu insanların sorgulaması lazım. Asıl sorgulanması gereken, o şahıstır."
ABD Adana Konsolosluğu'nun, "kontak kişi" diye tanımladığı Tanrıkulu'nun, Stratfor'la ilişkilerini anlatan belgeler önceki gün medyaya yansıdı... Hatta bunlar arasında; Tanrıkulu'nun, ABD denetimindeki "Abu Garip Cezaevi"nde yapılan işkencelerle ilgili fotoğrafların basında yer almasından duyduğu rahatsızlığı gösteren belgeler de varmış!..Belgeye göre Tanrıkulu, bu fotoların ABD'nin imajını bozacağından da yakınmış!..
Ne ilginç değil mi, insan haklarıyla ilgilenen bir avukat, ABD'lilerin yaptığı işkence fotolarının deşifresinden rahatsız oluyor!.. Demek
ABD hayranlığı bunu da gerektiriyor
CHP'nin asli ideolojisini savunan bir vekili disipline gönderenler, acaba kimi zeytinyağı gibi üste çıkartıyorlar ve bu yağ kimlere bulaşıyor ki böyle sessizler?..
Cemaat-MİT!..
Herhalde dünyanın hiçbir ülkesinin resmi istihbarat kuruluşunun ilişkileri bu kadar dile düşmemiştir... Ve herhalde hiçbir istihbarat kuruluşu, tarikat-siyaset çekişmelerinin ortasında bu kadar yıpratılmamıştır...
CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar, MİT tartışmalarıyla ilgili olarak Başbakan Erdoğan'ın yanıtlaması istemiyle TBMM'ye bir soru önergesi vermiş. Bakınız Acar neleri sormuş:
"MİT'in uluslararası faaliyetleri ile ilgili iddiaların kaynağı neresidir? MİT'in özellikle muhalefet milletvekillerini ve siyasetçilerini fişlediği iddiaları incelenmiş midir? MİT'in uluslararası ve Türkiye'deki faaliyetleri ile ilgili iddiaların kamuoyuna yansımasında 'cemaat-hükümet çekişmesi'nin etkili olduğuna ilişkin iddialar doğru mudur? Hükümetiniz, nasıl bir çekişmenin içindedir? Türkiye'nin güvenliği, bu çekişmelerle ortalığa saçılabilecek durumda mıdır?"
Burada en vahim soruyu fark ettiniz sanırım: "Cemaat-hükümet çatışması", en stratejik kurum olan MİT'i bile uluslararası alanda bile zor durumda bırakıyor... Vah Türkiye vah!.. Bu ülkenin yurttaşları kime nasıl
güvenecek ki?..
Genelkurmay niçin susuyor?
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, TSK'da görev yapmış genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının "Ergenekon" ve "Balyoz" tertibiyle bertaraf edilmesi karşısında suskun kalmakla eleştirilince, 4 gün önce bir yazılı açıklama yapmıştı.
Atatürk adının geçmediği açıklamada, medyanın gözünden kaçan çok daha vahim bir eksik vardı... Özel, Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasa'daki tanımlamasına vurgu yaparken şöyle yazmıştı:
"... Anayasamızda belirtilen 'Demokratik hukuk devleti' ilkesine, mevcut yasal mevzuata ve yargının ayrı bir 'erk' olarak bağımsız ve tarafsız olması gerektiğine olan inancım çerçevesinde..."
Biz de bu köşede tam iki kez "bu satırlarda ne eksik" diye sormuştuk... Madem Anayasa'da tam olarak "Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir" diye yazıyordu, o halde Özel "laik" sözcüğünü niçin atlamıştı?.. Bu bir gaflet miydi, hata mıydı unutkanlık mı?..
Genelkurmay bu gaflet karşısında dört gündür suskun!.. Acaba CHP ya da MHP'den bir milletvekili, TBMM'ye bir önerge verir mi, Özel'e "laik" sözcüğünü niçin atladığını sorabilir mi?..
Madem Özel susuyor, ilk yazımızın sonundaki satırları yineleyelim:
"Laiklik karşıtlarının odağı bir hükümetçe genelkurmay başkanı koltuğuna oturtulan Özel, 'laik' sözcüğünü, arkadaşları zindana atılırken Kosova'da, cami ziyareti sırasında mı unuttu acaba?.. Orada mı rahmet okudu acaba laikliğe?.."

Türkiye Cumhuriyeti ve Fransa başta olmak üzere dünyanın herhangi bir yerinde laikliğin, kuramsal ya da uygulama olarak, devlet dini durumuna gelmiş olduğunu ancak cehalet ileri sürebilir. Doğal olarak, ülkemizin Cumhuriyet ve laiklik karşıtı mürteci tayfası ve tarikat dünyası hariç. Öte yandan, kilise, sinagog ve camileri kapatmış olan eski Sovyetler Birliği'nin militan tanrısızlığının (ateizminin) laiklikle en küçük bir ilişkisi bulunmamakdır. Laiklik anayasaya girmiş olsa bile hiçbir kiliseyi, camiyi, sinagogu kapatmaz, kapatamaz. Dinin olmadığı, yasaklandığı yerde zaten laikliğe de gereksinim yoktur.
***
Laikliği anayasasına koyan ilk ülke Meksika'dır. Sonra Fransa ve Türkiye gelir. Bir de Afrika'ın bazı eski Fransız sömürgesi ülkeleri. Başka var mı, bilmiyorum. Avrupa'da Kilise, çağa uyum sağlamak için, kendiliğinden kamusal alandan çekilmemiştir. Bu, yasa zoruyla olmuştur. Ama bu fiili duruma karşın kilise birçok Avrupa ülkesinde ayrıcalıklara sahiptir. Katolik kilisenin egemen olduğu (İtalya, İspanya, Portekiz) gibi Protestan ülkelerde de. Zaten epeyce ülkede Protestanlık resmi din durumundadır. Ama bu ülkeler günümüz AKP iktidarından çok daha laiktir.
***
Değerli okurlar, laiklik konusunda yazmaktan, ülkenin düşünürcülerini, akademisyencilerini, yazarcılarını bu konuda uyarmaktan bıktım. Bu adamlarla aramda bir tek fark var: Ben laiklik konusunda toplam 600-700 sayfayı bulan üç-beş kitap okudum ama bu efendiler bu konuda hepten cahil.
Tanrı sözü (Allah Kelamı) olduğu için değişmez yasa olarak kabul edilen din kurallarının toplum ve bireyin beynini ve yüreğini taşlaştırdığını kabul etmeden laik olmak mümkün değildir. Böyle bir kutsal kurallar toplamının geçerli olduğu toplumda zaten demokrasinin "D"si bile hayat bulamaz.
Dinden çıkmanın, din değiştirmenin ölümle ya da başta türlü cezalandırıldığı bir toplumda birey özgür olabilir mi? Bireylerin özgür olmadığı toplum özgür olabilir mi?
***
Türkiye'de kurtuluş savaşı emperyalizme karşı yapıldı ve kazanıldı. Cumhuriyet devrimleri ise, laik düzen kurmak için, her türlü ilerlemenin karşısında duran mürteci medreseye ve tufeyli ve cahil ulema sınıfına karşı yapıldı. Devrimlerin zulüm olduğunu ileri sürenler, medrese, tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması ile bütün imtiyaz ve çıkarlarını yitirmiş olan zümre ve mütegallibedir.
***
Değerli okurlar Türkiye Cumhuriyeti'nin laikliği büyük bir oranda Fransa'ya benzese de temelde ona benzemez. Çünkü Fransa'da, bir ölçüde reform geçirmiş Kilise'ye karşı laiklik, Türkiye'de ise 1400 yıldır değişmesine, evrilmesine kesinlikle izin verilmeyen İslam dini söz konusudur.
İslam dininin kutsal kitabı Kuran'ın vahiy yoluyla indiği ve Allah'ın kelamının hiç değişmediği, sadece bir iddiadır. Kuran, Hz.Muhammed'in ölümündün yıllarca sonra derlenmiş ve kitaplaşmıştır. Bu süreçte her şey mümkündür.
Hadislere gelince: Hangisi "sahih" hangisi değil kavgası yapıldığına göre, güvenilirlikleri tartışmalıdır. Herkes kendi çıkarına göre bir hadis uydurmuştur.
Şeyhler ve tefsirciler, Kutsal Kitap'ı kendi meşreplerine yorumlamışlar ve en azından 1000 yıldır, yorum yolunu tıkamışlardır.
İşte bu üç nedenden dolayı Musevilik ve Hıristiyanlığın laiklik karşısındaki durumu ile İslam'ın konumu aynı değildir. Günümüz İslamcıları için Kuran, anayasa ve yasaların dayanağı olan bir hukuk (şeriat) sistemidir. Bu nedenle insan yapımı anayasa ve yasalara gerek yoktur. İslam dini bireylerin özel alanına ve kamusal alana egemendir.
Cumhuriyet devrimleri, bireylerin özel alanını dinin egemenliğine bırakarak kamusal alandaki egemenliğine son vermek amacıyla yapılmıştır. Bu nedenle batıdaki uygulamalar ile Türkiye Cumhuriyeti'nin uygulamasını karşılaştırmak mümkün değildir.
***
Osmanlı devletinde kamusal alana din egemen olduğu için bireyler arasında eşitlik mevcut değildi. Cumhuriyet bu düzeni devraldı. Laik ve demokratik düzende bu düzenin devamı mümkün değildi. Bu nedenle Cumhuriyet, batıda tarihsel, toplumsal, kültürel ve yasal süreç içinde oluşmuş olan Kamusal Alan'ı oluşturmak için Devrim yasaları çıkardı.
Laiklik çevresi surlarla çevrili bir kaledir. Böyle olmak zorundadır.
Özel alan ve alanlar surların dışında kalır. Bu özel dünya halka açık bir dünya değildir. Özel alana birçok şey gibi din(ler) de egemen olabilir, dinsizlik de.
Ama demokrasi ve laiklik için vazgeçilmez olan eşitliğin sağlanması için, kamusal alanın NÖTR (Ne şu, ne bu) olması gerekir. Siyasal İslam ve İslamcılar işte bu nötrlüğü kabul etmiyorlar. 1923'ten sonra işte bunu kabul etmediler. Uygulamanın demokrasiye falan aykırı olduğunu ileri sürdüler. Daha açık söylemek gerekirse: Müslümanların, Hıristiyanlarla, Musevilerle, öteki dinlere inanlarla ve ateistlerle kamusal alanda eşit olmasını kabul etmediler. Müslümanlar arasında da Sünnilerin Alevilerle, Şiilerle eşit olmasını kabul etmediler. Bu insanlar o zamanlar demokrasiyi aradıklarını söylüyorlardı, günümüzde de demokrasiyi ayrımcı ve ayrılıkçı bir anlayışla paketliyorlar.
***
17 Ekim 2013 tarihli Yurt gazetesinde okudum: Yargıtay, çalışanlara Cuma namazı izni vermiş. Özel bir şirkette çalışan bir mühendis yıllardır Cuma namazı kılmak için iş yerinden izinsiz ayrılıyormuş. İşverenler bu nedenle adamı işten çıkarmış. İş mahkemelik olmuş. Sonunda Yargıtay Cuma namazına giden mühendis lehinde karar vermiş.
Bu karar, özel alanın kamusal alana saldırısına yol açmış ve özel alanın kamusal alanı istilasına izin vermiştir. Türban serbestliği kararı da böyle bir karardı.
Yargıtay, Anayasa'yı çiğnemiştir, onu ilga etmiştir; laiklik ilkesi kurşuna dizilmiştir. (Devam edecek)

Türkiye'de sağcı siyasetçiler cami üzerinden tartışma yapmayı çok severler. Bunlar; toplumcu/halkçı çizgide projeleri, dine karşı imiş gibi göstererek halktan oy kapmaya bakarlar; bunda da başarılı olurlar.
Süleyman Demirel'in dediği üzere Türkiye'de din üzerinden yola çıkan partiler; işe en az yüzde 20 avantajla başlamış olurlar.
Son 10 yılda bu konuda en fazla konuşan siyasetçi de Başbakan Erdoğan oldu. Sayın Erdoğan; sıkıştığı her yerde, "CHP camileri kapattırdı. CHP camileri depo yaptı!" gibi iddialarla gündemi değiştirmesini bildi.
Böylece kendisini cami yandaşı CHP'yi ise cami karşıtı gibi göstererek o tarafa gidecek oyların da önünü kesti.
Sayın Başbakan böyle yol alırken işin içine Ankara'daki Ortadoğu Teknik Üniversitesi ormanından geçirilen yol tartışması girdi. Kendisi, bu konuda kararlılığını göstermek için; "Yol için cami bile yıkarım!" dedi.
Şimdi gel de şaşırma... CHP iktidarda iken, Türkiye 3büyük savaştan yeni çıkmış, yanmış yakılmış; nüfusu 10 milyonun altına inmiş ülke idi. Cemaatsizlikten, parasılıktan birçok cami e kullanılamaz halde idi. İnsanlar açlıktan ölürken bu ücra noktalardaki camilere para ayrılması da mümkün değildi.
Fakat; 1923'ten 1950'ye kadar CHP iktidarlarında hiçbir cami; başbakanların veya bakanların emri ile yıktırılmadı.
Tam aksine o yoksul iktidarlar; önemli camileri tamir için para ayırdılar.
Mukaddes Emanetler'i Alman bombardımanından korumak için rahmetli İsmet İnönü onları İstanbul'dan Niğde'ye taşıttı, 3 camide saklattı, çevresine de asker dikti. Bunu bile "İnönü camileri depo yaptı!" diye ters biçimde yorumladılar.
***
Türkiye'de resmen cami yıktıran ilk başbakan Rahmetli Adnan Menderes'tir. Sadece 1957-58 döneminde 57 cami yıktırdığı tespit edilmiştir. Vatan Caddesi'ni açtırıp Beyazıd'a doğru genişletirken... Yine Aksaray'dan Unkapanı tarafına doğru yol açarken sadece cami değil birçok tarihsel şahsiyetin mezarını, çeşmeleri ve başka yapıları da yıktırmıştır.beyapıları yıkın; yolunuzu oralardan aşırın...

Bugün Başbakan Erdoğan tıpkı Menderes gibi "Yol için cami de yıkarım!" derken, sağcı siyasetçilerin  tutumunu da ortaya koymuştur.
Cami nasıl yıkılır?
Sadece içinde Müslümanlık aleyhine münafıklık yapılır ise... O camide Müslümanları birbirlerine düşürülecek yalanlar, iftiralar, kışkırtmalar ortaya konulursa o cami yıkılabilir.
Bunu da bizzat Peygamberimiz Hazreti Muhammet yapmıştır.
Dırar Mescidi (Mescid-i Dırar) münfıklık yapanların toplanma yeri olduğundan yıktırılmıştır. Bu gerçek Kuran-ı Kerim'e ilahi söz olarak da girmiştir.
Yol, artık medeniyet değil rant (yağmacılık) aracı haline geldiğinden yol uğruna cami yıkılmasına şiddetle karşıyım.
Yıkacaksanız gidin şu ucube AVM'lerinizi yıkın!

Bir insan inandığı fikrin her zaman arkasında durmalıdır ve onu savunmalıdır.
O fikre katılmasam dahi, fikrini savunan insana saygı duyarım. Çünkü o inanmış bir insandır. Bunların sağı-solu, başı-k.çı oynamaz. Neyse odur. Yeri-duruşu, dostluğu-düşmanlığı bellidir.
Bir de, ikili-üçlü oynamayı marifet zanneden oynak fikirliler vardır ki, onlardan nefret ederim.
Tarihten örnek vermek gerekirse, Büyük Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında mücadele ederken, Anadolu’nun fakir ama yiğit delikanlıları vatan savunması adına sapır-sapır toprağa dökülüp can verirken, kadınıyla-yaşlısıyla-çocuğuyla tüm millet can pahasına savaşırken, bu oynak fikirliler istilacı emperyalist devletlerine yaranmakla meşguldüler!
Bugünkü Kürtçü-Bölücü takımının dedeleri de ihanet içinde idiler, şimdiki torunları gibi! Kürtçü-Bölücüler ve Şeriat isteyenler tıpkı bugün gibi,
“İngiliz Muhipleri Derneğini”, “Kürdistan Teali Cemiyetini” kurdular,
Türk Milletini kalleşçe arkadan hançerlediler.
Büyük Atatürk Kurtuluş Savaşını zaferle bitirince de, bu oynakların tamamı koşarak gelip Atatürk’ün önünde selam durdular!
Yakın zamanda aynı oyunu PKK olayında yaşadık, bazı yörelerde hala yaşıyoruz.
Kürt Kökenli bazı iş adamları hem Türk Devletinden, hem Türk Milletinden yana görünüp, el altından PKK’ya para yardımı yaptılar. Gencecik fidanlar toprağa düşerken hiç yüzleri kızarmadı, hiç utanmadılar! Hem bu ülkenin kaynakları-insanları sayesinde para kazandılar, hem de bu ülkenin gençlerinin ölümüne alçakça sebep oldular.
Değerli Okurlar;
Bunları, Zaman Gazetesinde yayınlanan iki tam sayfalık ilan sebebiyle yazdım.
Fethullah Gülen’in rahatsızlığı sebebiyle, kendisine “Geçmiş Olsun” temennisinde bulunanların isimlerine tek-tek baktım.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın başı çektikleri iki listede Cemaatin adamları, Şeriatçılar, Tarikat önderleri vardı. Bunların üzüntülerini ve geçmiş olsun dileklerini samimi buluyor ve normal karşılıyorum.
Fakat çoğunu tanıdığım, yaşam tarzlarını bildiğim bazı kişilerin, özellikle Türkiye’nin en büyük holding sahiplerinin isimlerini gazetede görünce
“Bu kadar da olmaz” dedim.
Fikir Oynaklığı adlı çürüme hastalığı bu efendilere kadar bulaşmış demek ki!
F. Gülen, kendisine “geçmiş olsun” temennisinde bulunan kişilerin isimlerini gazetesinde açık etmekle, bu zavallıların alınlarına “Cemaatçi” damgasını vurdu ve bunlar “benim müridimdir” demiş oldu. Bu damga artık çıkmaz.
Öncelikle, Devlet-Din ilişkisine nasıl bakılması gerektiğini söyleyip, bu fikir oynaklarına bazı sorular soralım;
Lâik Devlet, tüm inançlar karşısında eşit mesafede durmalıdır. Herkes kendi inancını dilediği gibi yaşamalıdır. Bunun teminatı şahıslar değil, Anayasa ve yasalar olmalıdır. Müslümanlıkta “Ruhban” sınıfı yoktur. Hz. Peygamber dahi sadece “Tebliğ” ile görevlendirilmiştir. Kimsenin, “Hz. Peygamberin bile”, başkasının inancına müdahale etmesi, kendine böyle bir görev biçmesi Allah tarafından yasaklanmıştır.
Din ve din adına cemaat-tarikat önderi olduklarını söyleyen şarlatanlar da devlet işlerine karışamazlar. Devlet işlerine müdahale, devlette kadrolaşma, devleti kullanarak para ve güç kazanma çalışmaları tamamıyla küfürdür.
Bizim ilahi kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Anayasamız, açıklığı-şeffaflığı ve helal kazancı emreder. Bu tarikat ve cemaat önderleri, devlete tek kuruş vergi vermedikleri halde, nasıl oluyor da kaynağı bilinmeyen milyarlarca dolarla oynayabilmekte ve Padişah hayatı yaşayabilmektedirler?
Gelelim sorulara;
*Sizler, babanızdan-dedenizden kalma varlığınızı Cumhuriyete ve Türk Milletine borçlusunuz. Dünyanın en zengin insanları arasında sayılıyorsunuz.
Yaşam tarzınızla, aile hayatınızla çağdaş, modern bir yaşantınız var.
-Sizin Gülen Cemaati ile ne gibi bir ilgi ve yakınlığınız var?
-Sizce Demokratik rejimlerde, kapalı devre çalışan ve Lâik Cumhuriyet düşmanı olan örgütlere yer var mıdır?
-Gülen Cemaatinin Yargı’da, Emniyet Teşkilatında örgütlendiğine inanıyor musunuz?
-Türk Silahlı Kuvvetlerinin Komuta Heyetinin, düzmece dijital delillerle zindana atılmalarında Gülen cemaatinin sizce rolü var mıdır?
-F. Gülen’e gösterdiğiniz ilgiyi, zindandaki kahramanlar için gösterdiniz mi?
Örneğin, silahlı terör örgütü kurmakla suçlanan TSK Genelkurmay Başkanı Başbuğ Paşayı, hiç ziyaret ettiniz mi, en azından bir mektup yazdınız mı?
-Sizler böyle yaparsanız eğitimsiz halkı, mürteci seccade şeytanlarının elinden nasıl kurtaracağız?
-Lütfen yerinizi- duruşunuzu belli eder misiniz?
-İmralı Canisi Öcalan rahatsızlanırsa, ona da geçmiş olsun mesajı çeker misiniz?
Zavallı ülkem, nasıl yetiştirdin bu kadar omurgasız ve korkak adamı sen?
Sağlık ve başarı dileklerimle 26 Ekim 2013
Rifat Serdaroğlu

31 Mart 2014 Yerel Seçimler, ardından Cumhurbaşkanlığı ve 2015 Genel Seçimi… Üç seçimlik bir maratona girerken, AKP rejimi kitlelere şirinlikler yapar, mavi boncuk, seçim rüşvetleri dağıtır mı? Maratonun start çizgisine yaklaşıldıkça, IMF’sinden iş dünyasına, onların medyadaki muteber sözcülerine kadar herkes “Aman ha!” diye uyarıyor; Sakın, yanılıp da seçim popülizmine kapılmayın. AKP rejiminin ekonomi bakanları da onları yatıştırıyor; merak etmeyin, şimdiye kadar yapmadık, şimdi de yapmayız, diye.

BABACAN GÜVENCESİ
18 Eylül’de IV. İstanbul Finans Zirvesi’nde konuşan Ali Babacan bakın bu noktaya nasıl değiniyordu; “Bu ara yorumlar yapılmaya başladı. İşte seçimler geliyor, hükümet yine kesenin ağzını açacak. Bu, bizim girdiğimiz ilk seçim dönemi değil ki. Türkiye 2007 yılında ve 2011 yılında genel seçimlerden geçti. 2004 yılında ve 2009 yılında yerel seçimlerden geçti, referandumlar yaptık ve bunların hiç birinde biz mali disiplinden asla taviz vermedik. Bu önümüzdeki dönemde de aynı disiplin devam edecek, bundan hiç kimsenin endişesi olmasın”
Bakan, 2009’dan bu yana, kamu borcunun milli gelire oranının yüzde 46,1’den, yüzde 36’ya düştüğünü hatırlatarak; bu 3 yılda 10 puanlık bir düşüş sağladıklarını ve önümüzdeki dönemde de bu bütçe disiplininin devam edeceğini belirtiyordu.

KAMUDA NEOLİBERALİZM
AKP rejiminin icraat yıllarına bakıldığında, IMF-Kemal Derviş operasyonlarından devralınan ekonominin en önemli boyutu olan ‘bütçe disiplini’nin sık sıkıya korunduğu gözleniyor. ‘2001 Krizi’ni aşmak için IMF’den alınan borçlarla; kamunun borç yükünün milli gelire oranı 2002 sonunda yüzde 74 iken, izleyen yıllarda borçlar geri ödenerek ve yeni borçlanmaya gerek kalmadan bugün yüzde 35’e kadar indirilmiş durumda. Peki nasıl olmuştu da, yeni borca gitmeden borçlar geri ödenebilmişti? Basit: Dış kaynakla sağlanan büyüme, vergi gelirlerini de artırmıştı. Vergi sistemi; KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilere dayanıyordu. İç tüketim ve ithalat arttıkça, vergi gelirleri de artmıştı. Yanı sıra, önceki hükümetin altyapısını hazırladığı ve toplamı 50 milyar doları aşan özelleştirmelerin hasadını yapmak AKP’ye kalmıştı. Yetmemiş; kamu arsalarına, gelecek gelirlerine varıncaya kadar her şeyi militanca özelleştiriyordu AKP İşsizlik Fonu’nu bile kemiriyordu.
Harcama ayağında ise; dünyada faizler düşük seyrettiği için, ucuz borç bulunabiliyor ve faiz gideri de düşüyordu. Ayrıca; kamu sektörü, yatırımcı olmaktan çıkarılmıştı. Sanayi yatırımları sıfırlanmış, enerji yatırımı neredeyse kamuya yasaklanmıştı. Eğitim, sağlık gibi temel sosyal hizmetler bile ticarileştirilmiş; yerel yönetimlere neoliberal belediyecilik hakim kılınmıştı. Sosyal harcamalar devede kulak bile değildi. Kamu personel politikasında yine neoliberal ilkeler uygulanıyor, büyüyen pastadan memurlara koklatılmıyordu. Sonuç: 2002’de milli gelirin yüzde 10 olan kamu açığının 2013’te yüzde 1’lere gerilemesiydi.

ÇİFTE AÇIK KORKUSU
Bakan Babacan, bütçe disiplininden neden sapmamaları gerektiğini açıklarken, işin püf noktasını da açık ediyordu: “Bir yandan cari açığınız, bir yandan da yüksek bütçe açığınız varsa; bu çifte açık, ülke ekonomileri açısından en önemli tehlike. Bizim cari açığımız yüksek. Bunun yanında, bir de bütçe açığını eklersek, Allah korusun, o zaman Türkiye’nin ekonomik istikrarı, finansal istikrarı zarar görebilir”. Aslında, Babacan, “Allah korusun dış sermaye girişi kesilir” demek istiyor. Çünkü, AKP ekonomisinin temel dayanağı yabancı kaynak girişi. Yabancı yatırımcı açısından da, Türkiye’nin vitrinindeki en çekici unsur: kamu maliyesi... Yani kamu borçlarının düşüklüğü, açıkların indirilmiş olması. Bu gösterge birçok yükselen ülkede yok. Cari açığı rekor düzeyde olsa da; yatırımcı kamunun ayakta olmasına güveniyor; bir yangın çıkarsa, su tankında su olması onu rahatlatıyor.
Ne var ki, bu cazibeye rağmen yabancı kaynak, FED’in sinyaliyle geri durmaya başladı zaten, Türkiye gibi ülkelerden. Bu tehdit, bütçeyi tavsatmamak gerektiğini iyice hatırlatıyor. Gelin görün ki, geçmiş seçim dönemlerinde bütçeden harcama yapmaktan uzak duran AKP için, bu seçim maratonu öyle değil. Dünkü yazımda belirttiğim gibi, dört yandan bir basınç altında iktidar. Bu basıncı biraz azaltmak için popülistlikten uzak durur mu? Bekleyip göreceğiz. Ama, bu konuda son sözü RTE söyler. Durum kritik ise, ekonomiyi boş verip kesenin ağzını açabilir de.
Bu arada, akçeli olmayan popülizmden de elini hiç sakınmayacak AKP. Mesela; bazı vergi afları, SGK afları ya da başka aflarla ve başka ‘cin fikirler’ ile kamu kesesinden bir şeyler dağıtmayı deneyecektir.

Dünyanın en büyük ailesi - Yılmaz Özdil
“Değerli okurlar...

Asrın iftirasına uğrayan Maltepe’deki arkadaşlarım size mektup yazmak istiyor. Sizin oraya gidebilmeniz mümkün değil, onlar size gelecek, her neredeyseniz, oraya... Hem başlarına geleni, hem de memleketin başına geleni anlatmak istiyorlar. Olan biteni öğrenmek istiyorsanız, gerçekleri bizzat onların ağzından duymak istiyorsanız, lütfen adınızı adresinizi gönderin” diye yazdım.
*
Adres yağıyor.
Sağanak.
Her bir dakikada 20’nin üzerinde e-posta geliyor; hesap edin!
*
Başbakan “bu ülkede artık ulusalcı mulusalcı yok” diyor ama... “Kişiye özel mektup” hadisesi daha ilk günden “ulusal” kampanyaya dönüşmüş vaziyette.
*
Baskıya yetiştirebilmek için cuma günü saat 17 itibariyle yazıyorum; 81 şehrimizin 81’inden de adres geldi, “ben de varım, bana da gönderin” diye... 100’ün üzerinde ilçeden adres geldi. Köylerden geliyor.
Almanya’nın neredeyse her şehrinden adres var. ABD’den var, İngiltere, Fransa, İtalya, Norveç’ten gelen adres var, Avustralya’dan var, Japonya’dan, Rusya’dan var, KKTC’den Azerbaycan’dan Özbekistan’dan var, Avusturya’dan Belçika’dan İskoçya’dan Birleşik Arap Emirlikleri’nden var, Romanya, Ukrayna, İsviçre, Hollanda, Danimarka, Çek Cumhuriyeti, İsveç’ten var.
*
Dünyanın en büyük ailesi.
*
“Bu mektubu, asrın iftirasının kanıtı olarak, çocuklarım için saklayacağım” demiş mesela, Antalya’dan Erdoğan... “Hepimizin mektuplaşmaya, içini dökmeye ihtiyacı var, çünkü aslında hepimiz bu baskıcı zihniyet düzeninde, Türkiye Cezaevi’nde hapis değil miyiz?” diye sormuş, Balıkesir’den Orhan... “5 ay 5 gün askerlik yaptım ama, asıl vatan savunması sivil hayattaymış, bunu anladım, buradayız, unutmadık sizleri, yazın bize, anlatın” demiş, Adana’dan Ali... “Gelecek olan mektubu, sosyal medyada paylaşacağım” diyen var, “eczanemin kapısına yapıştıracağım” diyen var, “butiğimin vitrinine yapıştıracağım” diyen var, “Tekel büfesiyim, cama yapıştıracağım” diyen var. “Çevremizi bilgilendirip, üzülmekten fazlasını yapabiliriz” diyen var. “Bize ulaşsınlar ki, herkese ulaştırabilelim” diyen var.
*
Bu vurgu çok var... Yurttaşlar, kendilerine gelecek mektubu fotokopiyle çoğaltıp, eşine dostuna komşusuna dağıtmak istiyor.
*
Profesörler de var, garsonlar da, öğretmenlerin sayısı hakikaten gurur verici, kuaförler var, taksiciler var, üniversite öğrencileri çığ gibi; özellikle hukuk öğrencileri müthiş ilgi göstermiş, daha şimdiden tez konusu oldu, esir subayların ailelerine gönüllü hizmet vermek isteyen hekimlerimiz var, hemşirelerimiz var, Anadolu’nun gerçek basın kahramanları yerel basından arkadaşlar var, mühendisler, bankacılar, arkeologlar var, operacılar, ev kadınları, emekliler, pastaneciler, grafikerler, mimarlar, işçiler var, ben hayatımda böyle bir dayanışma görmedim, aklınıza hangi meslek geliyorsa... Sürprizi kaçmasın diye ismini vermiyorum, mektup’u şarkı yapacak müzisyen var, sinemacı var, noterler var, çiçekçiler var, “kimliğim ve adresim şerefli ordumuzun şerefli komutanlarına iletilmek üzere size emanet” diyen, devlet memurları var.
*
“Varsın televizyonlarda adınız geçmesin, biz sizi unutmadık” diyor, Samsun’dan Sıla... “Çocuklarınıza abla olalım” diyor, Münih’ten Berna... “Bilin ki, 8 yaşındaki oğlum Alp, her gece size ve çocuklarınıza dua ederek uyuyor” diyor, Mersin’den Lokman... “Biz var olduğumuz sürece, başınızı yere eğdirmeyeceğiz” diyor, Denizli’den Hüseyin... “Sizi kurtaracak gücüm yok ama, sizinle paylaşacak yüreğim var” diyor, Gaziantep’ten Serhan... İstanbul, Ankara, İzmir... Ansiklopedi olacak mesajlar var. “Lütfen birazcık popomuzu kaldırıp çaba harcayalım, yoksa bu duyarsızlıkla cennetine almayacak bizi yaradan” diyor, Bursa’dan Asuman.
*
Sığması imkânsız... Yarın devam edeceğim. Yazın kardeşim, adres: Maltepe Askeri Cezaevi, General Nurettin Baransel Kışlası, Maltepe, İstanbul... Veya, yozdil@hurriyet.com.tr
*
Sahte delillerle asrın iftirasına uğradılar... Sahte kalabalık olmayalım.

 ABD ve NATO Çin füzelerini almayın diye kesin mesajlar veriyor...
Başbakan Kosova gezisinde gazetecilerin sorularını yanıtlıyor. Sevilay Yükselir soruyor:
- Füze ihalesi kesinleşti mi?
- Biz Yüksek Kurul olarak kararımızı verdik. Şimdi SSM ile Çin tarafı ayrıntıları görüşüyor. Bu aşamadan sonra ancak Çin vazgeçerse ihale süreci durabilir. Teklifler kapalı zarf usulü ile alındı ve hepsini inceleyip öyle karar verdik.
- Peki NATO’nun kriterlerine uygun mu?
- Biz bağımsızlık hakkımıza müdahale ettirmeyiz. Ekonomik bağımsızlık konusundaki hakkımıza da müdahale ettirmeyiz. Kaldı ki füzeler NATO’nun standartlarına kesinlikle uyacak şekilde üretilecek...
***
Bağımsızlık konusunda Başbakan’ın bu kadar hassas olduğunu bilmiyorduk. Eğer gerçekten hassas ise Kürecik’e komşularla aramızı bozan Füze Kalkanı radarının yerleştirilmesine neden razı oldu? Böyle birkaç soru daha sorulabilir... Geçiyoruz...
Eğer Çin füzeleri en iyi tercih ise ve Başbakan bu ihaleyi sonuna kadar götürürse alkışlanır... Eğer baskılara dayanamayıp geri adım atarsa fiyasko olur... Ve şu sorulur; ABD’nin böyle bir alıma izin vermeyeceğini bir ilkokul öğrencisi bile tahmin edebilirdi, siz neden tahmin edemediniz? Neden önce ileri sonra geri adım atarak ülkenin itibarını zedelediniz?

Cumhuriyet ve CHP

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarıyla ilgili Türkiye Gençlik Birliği’nin broşürleri elimize ulaştırıldı...
TGB İstanbul’da İstiklal Caddesi, Ankara Tandoğan, İzmir Gündoğdu ve Malatya Turan Emeksiz Caddesi’nde yürüyüş düzenliyor... Meydanlarda topluca “Andımız”ın okunacağını bildiriyor...
Ne var ki... CHP’nin bu konuda sistematik bir kutlama programı yok... Bazı belediyeler kutlama yapıyor... Kadıköy Belediyesi zengin bir program hazırlamış. Genel Başkan’ın Kadıköy veya Eskişehir’de belediyelerce düzenlenen yürüyüşlere katılacağı bildiriliyor.
Ama Cumhuriyet Bayramı’nı CHP Çankırı veya Kahramanmaraş’ta veya Iğdır’da nasıl kutlayacak? Halkın Cumhuriyeti kutlamasına nasıl öncülük edecek? Belli değil... Daha doğrusu ortada böyle bir program yok... Bu arada... Partilerin ve STK’ların Atatürk anıtlarına çelenk koyma yasağı hâlâ sürüyor. Belli ki geçen yılki gibi yine tartışmalar çıkacak...
Halkın bu bayramı özgürce ve coşkuyla kutlayabilmesi için CHP’nin iktidarı zorlaması ve yönetmeliği eski şekline döndürmesi gerekir. CHP ve halk, ulusal bayramlarda korsan kutlama yapar duruma düşmemeli...

KÖK

Erciyes Üniversitesi ilanında makine mühendisi aranırken “Kök Hücre Laboratuvarı’nda çalışmış olmak” şartı aranıyordu. Adrese teslim bir ilan kuşkusu seziliyordu.
Üniversite Rektörü Prof. Fahrettin Keleştemur dün açıklama yaptı: “Kök hücre tesisimizde çalışacak olan mühendisin bu konuda özel eğitim almış olması zorunludur...” dedi... Böyle bir mühendisin zaten merkezde çalışmakta olduğunu, ilanla sadece kadrosunun yükseltileceğini bildirdi. Şu bilgiyi de ekledi:
“Üniversitelerin verdikleri ilanlarla alınacak kişiler genelde önceden bellidir. İlanla, o görevde zaten çalışan, denenmiş ve başarılı olan kişiler kadroya alınmakta veya kadroları yükseltilmektedir.”
O zaman bu iş neden herkese açık bir sınavla ve adil seçim havasında yapılıyor?
Neden bu aldatmaca? Bu soru da YÖK’e...

“Eylem yapma olasılığı olan vatandaş” gözaltına alınacakmış.
Eylem yapan terör örgütünün lideriyle paket hazırlayan
bir iktidarın milleti “eylem yapacak” diye gözaltına alması harika olur!
Akif Kökçe

SECRET

Başbakan Erdoğan, Ankara’da açtığı AVM’yi gezerken iç çamaşırı satan Victoria’s Secret mağazasının kepenkleri kapatılmış. Başbakan gittikten sonra kepenkler açılmış... Peki neden bu kapatma? Vitrinde iç çamaşırı sergilemek sakıncalı mı? Ahlak mı bozuyor? O zaman hergün orayı gezecek bekar, evli, ana, baba, çoluk çocuk ne oluyor?
AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik vitrini incelemeli ve bu konuda bir rapor hazırlamalıdır.
Televizyon ekranında dekolte denetimi yapan Sayın Çelik, iç çamaşırlarının erkekler üzerindeki etkisi konusunda ilk başvurulacak isim olmalıdır.

Hâkim Albay Ahmet Zeki Üçok Hava Kuvvetleri Komutanlığı Başsavcısıydı. Kayseri 2. Hava İkmal ve Bakım Merkezi Komutanlığı'nda görevli üç astsubayın TSK’nın bilgisayar sistemine girip, sahte belge yükledikleri iddiasını soruşturdu. Önce bu işi “abilerinin isteği”  üzerine yaptıklarını kabul eden astsubaylar daha sonra ifadelerinin “işkence ve hipnoz”la alındığını söyledi. Üçok’un kaderi de işte bundan sonra değişti. 2009’dan beri hapiste. Balyoz’dan 18 yıl, “astsubaylara hipnoz ve işkenceden”  7.5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca 50’ye yakın adli ve idari davayla boğuşuyor.

Davalardan bazıları Askeri Yargıtay’da görülüyor. Biri “evrakta sahtecilik”le ilgiliydi. 4. Dairedeki bu davada, Üçok hakkında beraat kararı verildi. Ancak askeri savcının itirazı üzerine Daireler Genel Kurulu, bu kararı bozdu. Şimdi 4. Daire’nin, beraat kararında ısrar mı edeceği, yoksa bozmaya mı uyacağı bekleniyor.

Üçok’un Askeri Yargıtay’daki bir diğer davası ise Kayseri soruşturmasıyla ilgili ve 3. Dairede görülüyor. Üçok’un “görevini kötüye kullandığı”  iddia ediliyor.

İşte bugün bu davanın duruşması vardı. Duyduklarım ve gördüklerim karşısında bir korku filmi izlediğim hissine kapıldım.

Duruşmanın başında Mahkeme Başkanı Cemil Kayıroğlu, üyelerden birisinin Daire Başkan Yardımcısı olması sebebiyle yerine yeni üye geldiğini belirttikten sonra Zeki Üçok’un kendisine 9 Temmuz’da gönderdiği bir mektuptan söz ederek, şunları söyledi:

“Mektubunuzu okudum. Ekinde de bir ihbar mektubu vardı. Kurulu bilgilendirdim. Dava dosyasına dahil ettim. Daha sonra kimin tarafından gönderildiği belli olmayan ihbar mektubunun askeri yargı mensupları hakkında olumsuz değerlendirmeler içermesi sebebiyle dosyadan çıkartılmasına karar verdik. Yapmamız gerekeni yaptık. Ayrıca, bir sanığın, hakkında yargılama yapmakta olan başkan ve üyelere mektup yazması başkaları nezdinde sanki sanıkla aralarında özel bir ilişki varmış gibi bir kanaat uyandırabilir. Şayet hukuki bir isteğiniz varsa yazılı veya sözlü olarak dile getirebilirsiniz.”
    
Başkanın bu sözleri üzerine Zeki Üçok şu açıklamayı yaptı:

“Keşke mektubun içeriğini okusaydınız. Ben bu mektubu Askeri Yargıtay Başkanı ve Başsavcıya da gönderdim. Sizinle özel ilişki intibaı uyandıracak hiçbir ifadem yok. Mektupta geçen isimlerden 2’sinin heyette yer alması sebebiyle bunu size gönderdim”

Ardından kendisine gönderilen Semih Gökay Sayalgı imzalı ihbar mektubunu okuyarak, burada adı geçen iki hakim üye hakkında reddi hakim talebinde bulundu.

Mahkeme Başkanı Kayıroğlu, ismi geçen üyelerden birisinin artık kurulda yer almadığını hatırlattı. Üçok da, “Onunla ilgili reddi hakim talebimden vazgeçiyorum”  dedi.

Davada müşteki sıfatıyla bulunan üç astsubayın avukatlarının görüşü soruldu. Avukatlar, mektubun soyut, hayali iddialara dayandığını, delil niteliği taşımayıp, hukuka aykırı bir evrak olduğunu belirterek, Üçok’un talebinin reddini istediler.

Askeri Savcı da, başvurunun zamanında yapılmadığına dikkat çekti. Ayrıca mektuptaki ifadelerin soyut olduğunu belirtip, Üçok’un talebinin reddi yönünde görüş bildirdi.

Müşteki avukatları ve Askeri Savcının bu sözleri üzerine Zeki Üçok, şöyle tepki gösterdi:

“Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk başta olmak üzere tüm davalarda arkadaşlarımız isimsiz, imzasız ihbar mektuplarıyla yargılanıp, cezalandırıldı. Bu dava dahil, benim yargılandığım tüm davalarda da isimsiz, imzasız mektuplarla dava açıldı. Mektupta adı geçen ve cemaatin etkisi altında olduğu iddia edilen bu dairede görevli iki hakimin, 4. Dairedeki davada hakkımda verilen beraat kararının Daireler Kurulu’nda bozulması yönünde oy kullandığı belirtiliyor. Mektupta yer alan bu iddiaların doğru olabileceği kuşkusuyla hakkımda yürütülen kovuşturmanın aleyhime sonuçlar doğuracağından endişe ettiğim için o mektubu size gönderdim. Bu iki arkadaşın etik olarak kendiliğinden çekileceğini düşündüm.”
            
Sonuç; Mahkeme Üçok’un talebini reddetti. Duruşmayı da 17 Ocak’a erteledi.

                                    -İhbarcı Da Bir Askeri Hâkim mi?-

İşte Semih Gökay Sayalgı imzasıyla Üçok’un kaldığı cezaevine, “Sayın Ahmet Zeki Üçok Albayım”  hitabıyla gönderilen, bir askeri hâkim tarafından yazıldığı izlenimi veren ve bugün Askeri Yargıtay’ın duruşma salonunda okunan o mektup:

“Sizi gerçek hayatta sadece ismen tanıyorum. Hakkınızda yayınlanan haberler ve meslektaşlarınız arasında geçen konuşmalar nedeniyle, çok da müsbet bir düşünceye sahip değilim. Ancak, en son Askeri Yargıtaydaki yargılamalarınız esnasında, birebir şahit olduğum olaylar nedeniyle, sizin aslında hakkınızda yapılan haber ve dedikodular ile kastedilen bir insan olmadığınız kanaatine vardım.

Kime ne yaptınız, bu kadar organize düşmanı nasıl kazandınız, bilmiyorum. Ancak, burada şahit olduğum ve birgün herkese lâzım olacak hukukun nasıl dezenformasyona uğratıldığını ve ayaklar altına alındığını, bir hukuk adamı olarak üzüntü ve dehşetle gördüm. Öncelikle bir görüşmede sizin aleyhinize oy kullanmam ve bunu birilerinden çekindiğim ve onları kırmamak için yaptığımdan dolayı, vicdanen duyduğum rahatsızlıktan ötürü bu mektubu yazmak gereği duydum.

Öncelikle T.Ö başkanlığında bir ekip (bu ekip eski sisteme hınçlı, H.Z, R.Ş, A.Z.L, ve yeni seçilen üyelerden T.Ö, H.A, Ö.E, A.D, Z.Y, Y.T.Ç ve bunların fikirlerine katılmamakla beraber, şahsiyetsizliklerinden ve korkularından bunlarla beraber olan M.A.U, S.P, R.İ, Ş.A) yargılandığınız dairede ikna turları ile aleyhinize dünyanın en suçlu insanı imajını oluşturdular. Akabinde, kendilerine uymayanların başına olumsuz şeyler gelecek şekilde tezgahlar kurdular. Öncelikle benim gibi birkaç kişiyi ikna ettiler. İkna olmayıp lehinize oy kulllananların da yakında başına neler geleceğini hep beraber göreceğiz. Hukukun ve vicdanın bittiği bu Askeri Yargıtay adlı kurumun artık adalet dağıtmayı bırakın, bizzat suç tasnii ve senaryoları yazarak, kendi düşüncelerinden olmayanları tasfiye etmek için iftira mercii haline geldiği açıkça görülmektedir.

İlk duruşmanızda hakkınızda olumlu oy kullanan üyeler ile temyiz incelemesinde lehinize oy kullananlar hakkında hayali ve düzmece iddialar ile idari soruşturmalar açılmak üzeredir. Kıçının resmi çekilmiş, koridordaki temizlikçi kadınla bile yatan bir üyeye (M.A.U.) gözlerimin önünde yapılan şantaj ile nasıl sizin aleyhinize ateşli bir savunucu haline geldiğini ve aleyhe oy kullandığını insanlığımdan utanarak izledim. Sizi bir duruşmada hakim olarak yargılayan bir başka üyenin ise diğer davanın temyiz incelemesinde hiçbir ilkel ülkede bile olamayacak bir şekilde üye olarak görevlendirildiğini sanırım siz de fark etmişsinizdir.

Size tavsiyem, hakkınızda olumlu oy kullananların başına gelenler ile diğer usülsüzlükleri medyaya taşıyarak, yargılama yapma ehliyetini ve tarafsızlığını kaybetmiş kör vicdanlı hakimlerin olduğu bu Askeri Yargıtaydan kurtularak tarafsız bir mahkemeye gidebilmeniz için uğraş vermenizdir.”
         
                                    -Operasyon mu, Taktik mi?-

“Korku filmi gibi”  demekte haksız mıyım?

Gerçekten Askeri Yargıtay da “birilerinin”  arka bahçesi mi oluyor?

Ustaca kullanılagelen, ilgisi olmayan birilerini hedef gösterip, bertaraf etme ve kendi kadrolarının önünü açma taktiği mi çalışıyor?

Askeri hakimleri kim izliyor, bu mektupları kim yazıyor veya yazdırtıyor?

İsimsiz-imzasız mektup veya sahte e-maillerle dava açılırken, böylesi bir mektup hakkında neden bir inceleme veya soruşturma yapma gereği dahi duyulmuyor?

Birileri, bu ülkede şaibesiz hiçbir kurum ve kişi bırakmamaya yemin mi etti?
     
Sahi Türkiye’de yine neler tezgâhlanıyor?

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
25 Ekim 2013 

Bize oy versin vermesin, herkesin talebini, isteğini, rahatsızlığını önemsediğini” söylüyor...
On bir yıllık başbakanlığına vurulan “ben yaptım oldu ya da ben istemiyorum olmayacak” damgasını faşizan bir anlayış diye reddediyor.
Maşallah Allah bize böyle demokrat bir lider, başbakan bahşetti diye, yalakalarla yandaşların sevindiği gün; gazeteleri açanlar; korku belası neredeyse görünmeyecek kadar küçük verilen, kimi artık olağan sayılan, ne çare Başbakan’ın kişiliğine uygun, en basit demokratik kurallara aykırı haberlerle karşılaşıyorlar...
Yaşanan, demokrasiye aykırı içerikteki haberlerin tek biri bile, kişiliğini aklamaya çalışanların söylemlerini yalanlamaya yeter de artar bile...
Ben yaptım olduyu yalanlıyor ama Gezi eylemlerine, Gezi Parkı’ndaki demokratik hakların genişletilmesinden başka hiçbir art düşünce ve istekleri olmayan; kadın, erkek, genç, yaşlı insanlarımıza orantısız saldırıyı emreden...
Parktaki çadırları, eylemcilerin basit ihtiyaçlarını karşıladıkları basit barakaları yıkma ve önüne çıkana biber gazı ile sert müdahale emrini polise verdiğini açıklayanın bizzat kendisi olduğunu unutmuş görüyor ya da unutulduğunu sanıyor...
Oysa, AB İlerleme Raporu tarihe not düşüyor.
Hükümetin, Gezi Parkı olaylarını; isyan, darbeye önayak olacak eylemler diye yanlış ve anlamsız biçimde yorumladığını, ad vermeden Başbakan’ın o sırada demeç ve açıklamalarıyla yatıştırıcı olmaktan uzak, polisin sert uygulamalarını kışkırtıcı dil üslubunu...
... Tabii, anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az misali kayda geçiriyor.

***
Hele “Benim için kafasına eseni yapıyor, kimseye sormuyor” diyen cümlesinin ardından; ancak yakın çevresinin ola ki Erdoğan ailesinin inanacağı bir ifade kullanıyor; “İstişare etmek benim değişmez prensibimdir” diyor.
Tek adamlığın, sivil vesayetin uygulandığı rejimlerde, liderlerin herhangi bir konuda istişare mekanizmasını nasıl kullandığı biliniyor.
Lider, kafasına koyduğu uygulamadan laf olsun diye bir söyleşide çıtlatıyor ya da besleme gazetecilerden birine yazdırıyor.
Tıpkı demokratikleşme paketi öncesi gibi, bir paket hazırlanacağını ve içeriğiyle ilgili -sonradan çoğu doğrulanan- bilgiler tartışılıyor diye basına sızdırılıyor. Ve liderin bu paket üzerinde saptadığı istikametten ayrı düşmeyecek biçimde, daha önceden fikir ve bilgiyle hazırlanan parti yönetimindeki yetkililerle, liderin istişare ettiği yayılıyor ve... Böylece Başbakan’ın değişmeyen prensibi kanıtlanmış oluyor!

***

Günlerdir Başbakan’ın “iki yol arkadaşından” söz eden açıklamaları medyada geniş yer aldı.
Demokratik ülkelerde MİT gibi istihbarat örgütünün başındaki kişilerle, o ülkenin silahlı kuvvetlerinin başındaki kişi, başbakanların siyasal ve partisel amaçlarının değil, yasaların verdiği doğrultuda görev yaparlar ve o ülkelerde bu kişiler başbakanların yol arkadaşı diye tanımlanmazlar...
Bizde ise:
Başbakan çıkıyor medyanın önüne, adeta çevreye meydan okuyan bir üslupla, MİT Müsteşarı ile Genelkurmay Başkanı’na “yol arkadaşlarım” diyor.
Ama ne yazık ki, RTE’ye; devlet memuru olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in yol arkadaşları olduğunun ne demeye geldiğini düne kadar muhalefet liderleri ya da medyanın ünlü TV bülbülleri arasından soran çıkmadı.
Ben, diyor: “Müdellel (kanıtlayan) belgeler olmadıkça son günlerde eleştirilerin odağındaki iki yüksek bürokratı; Fidan ile Özel’i ‘yedirmem’ diyor.Yedirmemenin koşulu nedir? Müdellel belge olmaması...
Ayol sen hep karşı çıktığın; tek adamın egemen olduğu bir ülkenin lideri misin?..
Demokratik hukuk devletinin başbakanı olduğunu unuttun mu?..
Elbette müdellel belgeler olursa; MİT’e diktiğin fidana da, Silahlı Kuvvetler’in başına getirdiğin özel kişiye de yol vermek zorundasın!..

***

Montaigne adındaki düşünürün seçkin söylemler arasında yer alan şu sözü; RTE’nin son günlerdeki demokratlığına toplumu inandırmaya çalışan açıklamalarına uygun düşüyor:“İnsanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır!”

Bir ormanın yetişmesi için 80 yıl gerekiyor. Bu, dört nesil demek. En çabuk büyüyen fidan bile 15-20 yıl sonra ağaç olur. Anadolu’da bir çocuk doğduğunda, evlenirken kerestesini satıp düğün yapmak için kavak ağacı dikilir. Ege’de “Torunun için iyi bir şey yapmak istiyorsan zeytin ağacı dik” diye bir söz vardır.
ODTÜ ormanı, bugünkü hükümet üyelerinin yaş ortalamasından daha uzun bir zaman diliminde bugünkü görünümüne kavuştu.
Orada kıyılan her ağaç, geçmişteki 2-3 kuşağın mirasının yok edilmesi, gelecekteki 2-3 kuşağın da hakkının yenmesidir.
ODTÜ’deki ağaç kıyımı, yangından bile beter bir durumdur. Bir orman yandığında toprak kendini hemen yenilemeye girişir. Kısa sürede canlılık başlar. Hatta öyle ki, geçmiş on yıllardan kalan, ormanın altında yeşerme olanağı bulamayan pek çok tohum yeniden filizlenir.
Orman mühendisleri bu yolla kimi kaybolmuş türlerin bile yeniden gün ışığına çıktığını söylerler.

***

ODTÜ’deki ağaç kıyımı sadece yok edilen ağaçların sayısıyla ilgili bir durum değil. Medeni insan, dünyayı babamızdan miras aldığımızı düşünmez, çocuklarımızdan ödünç aldığımızı düşünür.
Medeni ülkelerde kentin ortası insan odaklıdır, bizde araç odaklı.
Belki de her şeyi araç olarak gördüğümüzden!
Medeni ülkelerde kentin ortasından su geçer, bizde otoyol geçiyor. Sular da kurtuluyor.
Dünyanın pek çok ülkesinde “kent parkları” denilen büyük yeşil alanlar vardır. Daha küçük olanlara “semt parkları” adı verilir. Bizim kentlerimizde “büyük” dediğimiz parkların çoğu, bu ülkelerdeki semt parklarından daha küçüktür.
Şili’nin başkenti Santiago’da kent parkının ortasında nefes nefese tırmanabildiğim, ağaçlarla örülü bir tepe anımsıyorum.
İspanya’nın başkenti Madrid’in ortasındaki Returo Parkı’nda yürüye yürüye ne güzel kaybolmuştum. Girdiğim kapıya dönmem için sadece parkın içinde sefer yapan araçları önermişlerdi.
Bizde ise yenileri eklenmek bir yana mevcut yeşil alanlar yok ediliyor.
Atatürk Orman Çiftliği, talan çiftliğine döndü.
Bugün ODTÜ’ye kıyısından vurulan tırpan, yarın yüreğine inecek bir hançerin habercisidir. ODTÜ arazisine ilişkin kimi imar planı oyunları bunun ipuçlarını vermektedir.

***

ODTÜ öğrencilerinin başlattığı kıyımı durdurma girişimi belli ölçülerde başkentlilerden de destek buldu. Öğrencilere yönelik saldırının artması, işin içine eli sopalı karanlık kişilerin de girmesiyle ODTÜ’ye destek şehirler arası hale geldi.
Bu durum Gezi ruhunun canlılığını koruduğunu gösteriyordu.
Başbakan’ın bu gelişmeler karşısındaki tutumu şaşırtıcı değildi. Bir süredir yeri geldikçe altını çizdiğimiz “karşıtlıktan beslenme” anlayışı devam ediyordu.
İktidarın izlediği yol şu:
- Ağaç kıyımına karşı çıkanların üzerine çok sert gidilecek.
- Böylece eylemlerin kitleselleşmesi engellenecek.
- Sert müdahale ile oluşan gergin ortamın sorumluluğu eyleme katılanlara yüklenip “çevreciliği savunanlar marjinal kavgacı gruplardır” propagandası yapılacak.
- Ardından da her şeyin sorumluluğu ana muhalefet partisine yüklenecek.
Bu oyunun bozulması, kenti korumanın bütün kente mal edilmesinden geçiyor. Öncelikle ne yapıp edip iktidarın karşıtlık üretme girişimlerini boşa çıkarmak gerekiyor. Gezi’nin ruhu her şeye ama her şeye karşın güler yüzlü direnmeydi. En büyük güç, mizahtı. Ne olursa olsun onu elden bırakmamak gerekiyor. Bu yol, toplumsal sempatiyi de beraberinde getirecektir, “halktan kopuklar” algısı üretilmesini engelleyecektir.ODTÜ bunun formülünü bulacaktır.
Onca formülü çözen ODTÜ’lüler böyle bir formül mü bulamayacak!

Dincilik, Irkçılık ve Demokrasi - Emre Kongar
Günümüz Türkiyesi’nin en önemli sorunu, iktidarın ve iktidar karşısındaki silahlı örgütün kimlik siyasetine dayalı yaklaşım sahibi olmalarıdır!
Daha açık söyleyelim:
AKP İslamcı bir kimlik siyaseti güdüyor...
PKK ise Kürtçü bir kimlik siyasetinin temsilcisi.Biri dinci biri etnikçi iki kimlik siyaseti arasında Türkiye’deki demokrasi güme gidiyor!


***

Türkiye’deki demokrasi eksikliği sadece Kürtlerin sorunu mudur?
Sünni mezhepçi baskı, etnik kimliğine bakmaksızın herkesi bunaltmıyor mu?

***

İşin tatsız tarafı, gerek AKP, gerekse PKK, varoluşlarını bu kimlik siyasetlerine dayamış durumdalar:
AKP, hem ülkenin bütün sorunlarına çözümü Sünni İslam çizgisinde arıyor...
Hem de Kürt sorununun çözümünü bile bu çizgide, milliyetçiliği reddederek oluşturmaya çalışıyor.
PKK ise varlık nedenini ve temsil gücünü bütünüyle Kürtlüğe dayamış durumda.

***

Gerek AKP, gerekse PKK, işlerine geldiği zaman demokrasi konusunda mangalda kül bırakmıyor...
Ama iş uygulamaya geldiğinde birbirlerine karşı silahlar konuşmaya başlıyor...
Halka karşı da, AKP, TOMA’ları, Akrepleri, buldozerleri, kimyasal gazı, kimyasal karıştırılmış tazyikli suyu, PKK ise doğrudan Kalaşnikofları devreye sokuyor!

***

Türkiye’nin bütün sorunları gibi, “Kürt sorunu” da, demokratik yapı içinde, demokratik süreçlerle çözülür...
“Demokratik yapı” ve “demokratik süreçlerden” kastım, hem AKP hem de PKK açısından, sadece karşı tarafla ilişkilerde değil, kendi içinde de “demokratik ilkelere” uygun tutum ve davranışların sergilenmesi, ayrıca ideolojik ve siyasal hedef olarak demokrasinin benimsenmesidir...
Siz böyle bir durum görüyor musunuz?Ben Gezi’ye, ODTÜ’ye, Silivri’ye, Ankara’ya Kandil’e ve İmralı’ya bakınca tam tersine bir gidiş gözlemliyorum...
Dilerim yanılıyorumdur!

Emre Kongar

Yol - Bekir Coşkun
Bizim evin yolu Türkiye gibidir...
Günde iki kez geçerim...

*

TBMM bu yanda... Genelkurmay karşısında, daralttılar girişini...MGK, bakanlıklar...
CHP, ölü toprağı serpilmiş gibi...
Biraz geride AKP, Arap mimarisi...
Bu arkadaşlar gelince güzergâhta iki muhteşem yapı yükseldi; Diyanet İşleri Başkanlığı ile Cami...


*

Bir sabah kalktık; bizim caddenin adı “Saltoğlu Caddesi” oluvermiş...
Hani Dadaloğlu, Köroğlu gibi bir efsane kahramanlardandır diye açtım ansiklopediyi, ara tara “Saltoğlu” yok...
Sordum tabii:“Saltoğlu destanını nereden bulurum?”
“Ne destanı?..”
Meğer Melih Gökçek’in imar müdürüymüş; Seyfi Saltoğlu...
Mimar falan değil, pantolon terzisi aslında... Sahte ilkokul diploması almış, yakalanmış, onun adını vermişler bizim caddeye...
Mahalleli mahkemeye verdi, kaldırdılar, “Angora Caddesi” oldu...
Yoksa her adresimi yazdığımda pantoloncuyu yazacaktım...

*

Ve ODTÜ bizim yolun üzerindedir...
Dün 500 kamyon vardı...
Polis kuşatması altında ODTÜ’nün içinden yolu geçirmek için... Bir istila ordusu görüntüsü ki insan “Düşman ne yanda” diye sorar...
Ağaçların altına oturmuş çaresiz öğrenci kızlar ağlayarak ağaçlarının kesilmesini, ormanın bir maden ocağına dönüşmesini seyrediyorlar...

*

Bu yol üzerinde ahali yok mu derseniz...
Var...
Sebze kamyonları şehre tam girerken hızı kesemeyip daha çok bizim güzergâhta devrilir... Varoşlardan koşan gelir bedava sebze toplamaya...
Patlıcan, domates, biber, mevsimine göre...
Trafik polisi manav gibi:“Turşuluk biber geldi dediler memur bey...”
“Dün üç takla ile kırmızı MAN’da lahana geldi, ama erken bitti...”
“Sivri gelse...”
“Polatlı’dan çıktı 110 ile geliyor, kesin dönemez...”
Ahali de orada yani...

*

Olsun...
Yollar bizimdir...

Eğer gelen iletilerin hepsini buraya alıp işlersem, CHP konusunu kapatamayacağız.
Aslında bu iletileri gönderenlerle aynı görüşteyiz ve hepimiz sorunun sadece adayların seçimlerle belirlenmesi değil, aynı zamanda CHP’de tabandan bir canlanma yaratacak, partiyi büyütecek, iktidar alternatifi haline getirecek hareketlenmeyi gerçekleştirmek olduğunu düşünüyoruz.
Hemen belirtmek isterim, bu konuda bu kadar ısrarcı olmak için illa CHP üyesi veya yandaşı olmak gerekmiyor. Ama şu anda Türkiye’yi demokratik haklar ve laik düzen açısından görece daha iyi bir çizgiye taşımanın tek alternatifi olarak CHP gözüktüğü için, kuruluşa omuz vermek kendi özgürlüğümüz açısından zorunlu gibi geliyor.
Aynı doğrultuda görüş bildiren değerli okurum Ülkü Çelikkanat, ilginç iletisinin bir yerinde aynen şunları yazıyor:“Size bir sır vereyim: Türkiye İş Bankası emekli müdürüyüm. Yıllar önce emekli olduktan sonra hemen CHP’nin Pendik ilçe teşkilatına gittim. Kendilerine nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Aldığım cevap şaşırtıcıydı: ‘Şu anda size verecek bir işimiz yok. Ancak genel başkan İstanbul’a geldiğinde, pankart taşımamıza yardımcı olabilirsiniz.


***

Yukarıdaki öykü şaka değil, gerçek. Emekli bir banka müdüründen hiçbir biçimde yararlanmayı düşünmeyen, en sonunda da ona olsa olsa pankart taşıtmayı aklına getiren böylesine kendi içine kapanmış bir partiden ilk beklenebilecek olan, her şeyden önce kendi yapısını değiştirmesidir. Değerli okurumun verdiği örneğe ben de kendi tanık olduğum bir başkasını ekleyeyim:
CHP’nin barajın altında kaldığı seçimin hemen ertesinde, yönetim kadrosundaki değişikliği olumlu bulan, aralarında profesörlerin ve eski baro başkanlarının da bulunduğu yanılmıyorsam sekiz kişi yeni genel başkanın çağrısı üzerine gidip partiye kaydolur.
Aradan zaman geçer, eski genel başkan geri döner, her şeyin eski hamam eski tas olduğunu düşünen yeni üyeler istifa etmek üzere kaydoldukları, daha doğrusu öyle olduğunu sandıkları ilçeye başvururlar, aldıkları yanıt tüyler ürperticidir:
- İstifalarınızı işleme koymamız imkânsız, çünkü henüz üyelik kaydınız yok.
Dilerseniz bir de delegelerle yapılan bir seçim öyküsü:
Yine yıllar önce, bir arkadaşımın daha ziyade Özal sempatizanı tavırları olan annesi nasıl olmuşsa olmuş, bir yolunu bulup, delege ağası tabir edilen bir avukat tarafından kaydedilmiş. Beyoğlu için oy vermekten döndüklerinde bir toplantıdan sonra aramızda şu konuşma geçti:
- Efendim kimlere oy verdiniz?
- Avukat Bey kime dediyse ona, bir de ben de kişisel olarak Aytekin Kotil’i ekledim.
- Aytekin Kotil isabetli bir isim ama tercih sebebiniz neydi?
- O bir ara burada görevliyken Beyoğlu’nu temizlemek için çok uğraştı, biliyorsun sürdüler, ona destek vermek borçtu.
O zaman tüylerim ürpererek anladım ki, anlı şanlı partili, kimi söyledilerse ona oy vermiş, tek tercihinde de Aytekin Kotil ile Saadettin Tantan’ı birbirine karıştırmış.

***

Yıllar önceye ait bu üç öykünün yansıttığı aksaklıkların bugün de aynı derecede olduğunu söylemek insafsızlık. Ama yenilenme, dinamizm, gençleşme, geniş kitlelere açılma konusundaki zorunluluk bugün de geçerli.
Bunun için “okus pokus” dönemindeki gibi hileli üye kayıtlarına son verecek yeni bir üye kayıt sisteminin oluşması, partinin tabandan tavana yeniden oluşturulması zorunlu.Genç, eğitimli, katılımcı bir kadroyla, liyakata dayalı yükselme sistemine sahip yeni bir oluşum 21. yüzyıl Türkiyesi’nin ihtiyaçlarına cevap verebilir ancak.
Bu bakımdan üye kayıt sistemini geliştirmeden, ki bu konuda bazı adımlar atıldı, partiyi büyük ölçüde dışa açılmaya zorlamadan bir yere varmak mümkün değil.
Adayların seçimle belirlenmesi, bir dizi yenileşmenin içinde bir anlam taşıyacaktır.

Onur ve demokrasinin yerini, hani o “Arap Baharı” vardı ya, işte onun yerini, bir yangın yerine, bataklığa çeviren neydi acaba?..
İç savaş, ölüm, kan...
Mezhep ve aşiret çatışması...
Binlerce ölü!
Bir dönem Gazzeli çocukların, gençlerin, insanların açlığını, susuzluğunu konuşurken şimdi kendi yalnızlığımızın içinde kıvranıyoruz.
Toplum olarak hem biz acı çektik hem çocuklarımız...
Avuntularımızın ufkunda nice aydınlık sabahları bekledik, şafağın söküşünü!..
Gözyaşlarımızı silerken, türkülerimizi söyledik içimizi yakan ve kavuran...
Kimi zaman kaşlarımızı çattık, acımasız olduk, vurulduk, kırdık...Filistin’in, Mısır’ın, Suriye’nin çocukları için avuçlarımızı açıp, onların kurtulması için dua ederken hüngür hüngür ağladık...
Kendi çocuklarımız için, baskıyı, şiddeti, zulmü helal olarak gördük, onlar için kahramanlık şiirleri okuduk...
Bir yaman çelişki içindeydik!..Afyon’da patlayan bombalar, ölen Mehmetler, analar, babalar, eşler, çocuklar ve kardeşlere...Alev topları...
Acı...
Hainliğin, puştluğun, ikiyüzlülüğün resmini çizen yüzü maskeli zalimler.
Acılar ocağının acımtırak gülleri...
İnsan sevgisinden uzak, hayatı karartan, puslu gecelerin içinde sinsice gezinen sırtlanlar...
Kan emiciler!

***

Neden sinirlenip öfkeleniyoruz ABD ve AB basınında çıkan yorumlara...
Türkiye’de düşünce özgürlüğü var mı? Türkiye’de gazeteciler, aydınlar, bilim insanları özgür mü?
Başta Gezi Direnişi olmak üzere, ODTÜ’de orman kıyımına karşı çıkan gençlerimizi, halkımızı “terör örgütü üyesi” olmakla suçluyoruz...
Benzer gösteriler AB ülkelerinde, örneğin İtalya’da, İspanya’da, Fransa’da, Yunanistan’da yapılmıyor mu?
Bizde devlet, adalet, hukukun üstünlüğü kavramları nedir?
O Mardinli anneyi unuttunuz değil mi?
Gözaltına alınan beş çocuklu anneyi...
Gözleri bağlı, bedeni çırılçıplak!
Aynen öyle!
Tazyikli su!
Üstelik kocası yanında...
O da soyulmuş karısı gibi...
Dayağın daniskası, filistin askısı, makata cop, göğüslerini sıkma, saçlarından tutup sürükleme.
Gözaltından hastaneye, oradan gözaltına yeniden...
İşkence sürüyor.
Yeniden hastane, rahimden kan geliyor...

***

Kadın baygın, kocası da öyle...
Üstelik polis, hastanede doktorların, hemşirelerin gözleri önünde de dayak atıyor karıkocaya.
Polis kadına gözdağı veriyor:“Sakın şikâyetçi olma, avukata başvurma, dava açma, seni öldürürüz!”
Hastaneden alınan “işkence görmemiş raporu”, tehdidin bin bir türlüsü...
Yaz ayında, 11 yıl süren dava bitiyor...
Sonunda ne oluyor?
Mahkeme, sanık polislerin bir daha suç işlemeyeceği hükmünü veriyor, işkenceciler böylece aklanıyor.
Bu gerçekleri halkımızın görmesi gerekir!
Ateş düştüğü yeri yakar!Umursamazsak, demokratik tepkimizi koymazsak başımıza daha neler gelir, neler!

***

Anlatacağım çok öykü var böyle...
Acıklı, hüzünlü, vicdan sahibi olan herkesin canını yakacak.
Bu acımasızlık, gaddarlık neden?
Ölümlere seyirci kalmayacaksın, bunları yüreklice söyleyip yazacaksın!
Tarihimizin derinliklerine inin, Cumhuriyet kavramının tek başına, demokrasi, özgürlük, hukuk, adalette eşitlik getirmediğini göreceksiniz.Dik duracaksınız, gerdan kırmayacaksınız!
Bedeli neyse ödeyeceksiniz!
Zindanlardan gelen insanlarımızın, gençlerimizin, kadınlarımızın mektuplarını okuyorum...

***

F tipi, şu tipi, bu tipi...Kandıra, Edirne, Diyarbakır, Sincan, Hasdal, Silivri...
Yüreğim yangın yeri arkadaş yangın yeri!
Ya sizin?

Halkın kalbini kazanmak, siyaset konulu yazılarımda yeri geldikçe kullandığım bir deyimdir…
Kalp kazanmak deyimi, kalp kırmak gibi, dilimizin imge güzelliğindeki buluşlarındandır…
Bu yazının konusu, sadece dil olmasa da, kalp kazanmanın (tıpkı kalp kırmak gibi!) dille yakın ilgisi olduğu kuşkusuz…

***

Halkın kalbini kazanmak ne demek?
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, halk kavramında anlaşalım.
Eğitim düzeyi başta olmak üzere, sahip oldukları nitelikler ülkelere göre değişse de, halk bir toplumun ortalaması, o toplumda çoğunluğu oluşturan kitlelerin bütünüdür.
Bu tanımda görüş birliğindeysek, soruyu yanıtlama yönünde ilerlemeye çalışalım…

***

Toplumların yüksek düzeyde eğitim görmüş tabakalarını etkileyecek olan sözler, görüşler, eylemler, halk kitlelerini aynı ve benzer ölçülerde etkileyebilir mi?
Belki çok ayrıklı (istisnai) sayılabilecek durumlar dışında, bunun olabileceğinden çok kuşkuluyum.
Şimdi konu üzerinde düşünmeyi kendi ülkemiz bakımından sürdürelim.
Günümüz Türkiye toplumunun eğitim ortalaması, dünya ortalamasına yakın bir yerlerde, yani pek yüksek olmasa gerek.
Siyasetçi (ya da halk insanlarıyla ilişkisi olan herkes) bunu hep göz önünde bulundurmalıdır.
Söylenen şey açık, net, anlaşılır, söyleyiş tarzı da yine aynı ölçüde açık, anlaşılır olmalıdır.
Seçilecek sözcükler, deyimler, etkileyici, akılda kalıcı olmalı; bununla da kalmayarak çağrışımlar ve imgeler uyandırıcı özellikler taşımalıdır…
Şimdi de biraz bu son kavramlar üzerinde duralım…

***

Halk insanı masallara, mesellere, söylencelere, doğa ötesi güçlere ve olgulara inanmaya eğilimlidir…
Sadece halk insanı mı?
Bu türden eğilimler hemen hemen herkes için az çok geçerlidir.
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişinde bu türden inanışların genlerde derin izler bırakmış olduğundan kuşku duymamak gerekir.
Halkın kalbini kazanmak isteyen siyasetçi, rakamlarla, gerçek olgularla onun aklına, mantığına seslenirken, duygularını, öyargılarını, sezişlerini, bilgi düzeyi kadar bilinçaltını da göz önünde bulundurmak zorundadır…
Bununla söylemek istediğim, halk insanı yalanlarla avutulsun, kandırılsın demek değil.
Sahtekâr siyasetçi güruhu bunu zaten yeterince yapıyor.
Doğru siyasete ve siyasetçiye yönelik olarak anlatmaya çalıştığım ise, söylenecek gerçeğin seçimi ve nasıl söylenmesi gerektiği konusunda kafa yormak gerekliliğidir…
Bunu yapamayan, yapmayı önemsemeyen ya da beceremeyen siyasetin ve siyasetçinin kazanma şansı yoktur.

***

İyi yürekliliğin, içtenliğin, bütün insan ilişkilerinin düzgün işlemesinde başta gelen etkenler olduğu kuşkusuzdur.
Fakat tıpkı özellikle çocuk eğitiminde olduğu gibi, iyilik ve içtenliğin yanı sıra, güçlülük görüntüsü de etkileyici ve güven duygusu uyandırıcıdır…
Halk kitleleri bilinçleriyle ve bilinçaltlarıyla, kendilerinin ve çocuklarının geleceğini güçlü gördükleri siyasetçiye (bu nedenle de kimi kez katillerine) emanet ederler…
Beğensek de beğenmesek de, halk kitlelerine ilişkin bir gerçeklik de budur…

***

Yukarıda özetlemeye çalıştıklarım, bu konuda öteden beri düşündüklerimden aklıma ilk elde gelenlerin bazılarıdır.
İlerideki yazılarımda, çok önemsediğim bu konuya zaman zaman değinmeyi sürdüreceğim…
Yarın Pazar dergisindeki yazım: ÖLÜMÜNE AŞK (Francesca da Rimini operası üstüne...)

CHP ‘Resepsiyon Protestosu’nu Bitiriyor
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu önümüzdeki hafta 4 kritik karar verecek. Bu kararlar arifesinde CHP lideri Kılıçdaroğlu ile sohbet etme fırsatı bulduk.Birincisi “Sarıgül” meselesi. Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye gelişi. Takvim belirlendi. Sarıgül gelecek hafta yapılacak PM toplantısına partiye dönüş dilekçesini gönderecek. PM oylamasında sorun yaşanmazsa kasım ayı içinde adaylığı resmen açıklanacak. Bu hafta CHP Genel Merkezi ve İstanbul il yönetimi ile Sarıgül arasında sıcak temas bekleniyor.
‘Çözüm Engin Alan’ı da kapsamalı’
İkinci kritik karar “Anayasa paketi ve tutuklu vekiller” meselesi olacak. CHP’yi ziyaret eden AKP heyeti 60 maddelik paketin birlikte çıkarılmasını önerdi. CHP’nin yanıtı ne olacak? Kılıçdaroğlu, “Aslında arkadaşlarımız o yanıtı verdi kendilerine. Tutuklu vekiller ayıbının bir şekilde sona ermesi gerekiyor. AKP de zaten bunu reddetmemiş görüşmede. Bence anayasa değişikliğinin özgürlükçü ve demokratik anlayışla ele alınıp sürdürülmesini istiyorsak tutuklu vekil ayıbından ülkemizi kurtarmak lazım” diyerek AKP-CHP görüşmelerinin bundan sonraki ana ekseninin “tutuklu vekiller” sorunu olacağının güçlü işaretini veriyor. Anlaşılıyor ki bu hafta CHP hem AKP ile hem de diğer partilerle diyaloğu yoğunlaştıracak.
Tutuklu vekiller konusunda 4 parti uzlaşamazsa CHP ne yapacak? AKP ile ikili ya da yanlarına BDP’yi de alarak üçlü bir çözüme hazır mı?
Diğer partilerin tutumunu görmeden Kılıçdaroğlu, bu konuda elini göstermiyor. Ancak çok önemli bir vurgusu var:“Bulunacak formül ne olursa olsun sadece CHP’li vekilleri değil, cezaevindeki MHP ve BDP’li milletvekillerini de kapsamalı. Yargıtay’ın Balyoz kararı sonrasında hükümlü konumuna düşmüş olan MHP’li Engin Alan’ı mutlaka içine alan bir çözüm bulunmalı.”

‘E şlerin kıyafetine bakmayız’
Kılıçdaroğlu’nun üçüncü önemli kararı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile ilgili... Partisinin başına geçtiği 2010’dan bu yana 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resmi törenlerine katılıyor ancak akşam Çankaya Köşkü’nde verilen resepsiyonlara katılmıyordu. Partinin önceki lideri Deniz Baykal da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dönemi resepsiyonları konusunda benzer tavır içindeydi. CHP’nin halef selef iki liderinin de benzer tavır içinde olması Gül’ün eşinin “türbanlı” olmasına bağlanıyordu. Gül gelecek salı Çankaya Köşkü’nde görev süresinin son 29 Ekim resepsiyonuna ev sahipliği yapacak.
‘Negatif algıyı kaldırmalıyız’
Sorumuz üzerine bu konuda yapılan spekülasyonlara son verme niyetinde olduğunu hissettiren Kılıçdaroğlu, şu karşılığı verdi:“İstanbul’da, Ankara’da ve Eskişehir’de çeşitli kutlama programları var. Ankara’da yapılacak mitinge katılacağım. Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyona da gidebilirim, henüz karar vermedim. Aslında bu kez gidip bazı asılsız iddiaları da kapatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi ‘şu sebeple, bu sebeple gitti, gitmedi’ şeklinde tartışmalar var. Oysaki biz insanların eşlerinin kılık kıyafetine bakmıyoruz. Öyle ‘Eşi türbanlıymış’ diye gitmeme gibi bir tavrımız yok. Nitekim Meclis Başkanı’nın resepsiyonuna gidiyorum. Eşinin başı örtülü. 30 Ağustos’ta hipodromda Cumhurbaşkanı’nın eşinin (Hayrünnisa Gül) elini sıktım. Şeref locasında birlikte oturduk. Ama oraya (Çankaya Köşkü’ndeki 29 Ekim resepsiyonu) gitmememizin bir negatif algısı var galiba. Belki bunu ortadan kaldırmamız lazım.”

Kasım sonunda Washington yolcusu
CHP’nin gündemindeki bir diğer önemli konu Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti. Kurmaylarından gelen “muhatap bulamıyoruz” şeklindeki açıklamalar yanlış anlamaya neden olmuş ve ziyaretin yerel seçimler sonrasına kaldığı sanıldı. Ancak ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone ile yediği akşam yemeği sonrasında ziyaret yeniden CHP’nin gündeminde. Kılıçdaroğlu da isteksiz değil:“Büyükelçi yaptığı açıklamada bu konudaki arzularını belirtmiş. Bizim de sürmekte olan bir hazırlığımız var. Programımız bile belli. Kasım sonunda gidecek gibi hazırlık yapıyoruz. Kongre, Senato, düşünce kuruluşları, medya temsilcileri bekliyor. Ama Türkiye’nin gündemi o günlerde gitmemize olanak verir mi, onu bilemiyorum. Sıkıntı biraz oradan kaynaklanıyor.”

Yaşamsal sorunlarımız... Demokrasimizin gidişi, hukuk devletinin işleyişi, ekonomik gidişat... Kürt açılımı, Suriye politikaları, İslam dünyası içindeki denge değişimleri, Türkiye’nin rol model oluşturma gücü üzerinden gelişmelerin masaya yatırılmadığı, tartışmaların yapılmadığı günümüz yok... Bir diğerini çürüten gelişmelere ilişkin çelişkili bilgilendirmeler, görüşlere, katlanarak bilgi kirliliği de eklendikçe... Döne döne başımız dönüyor... Aylar, haftalar, günler, bazen saatler içindeki haberler, gelişmelerle doğru bildiklerimiz, doğru sandıklarımız tersyüz oluveriyor...
Dün en çok konuşulan, tartışılan gündem üzerinden, Kürt açılımından verilen haberler, yapılan tartışmalara bir bakın hele... Bayram öncesine kadar sürekli altı çizilen ana görüş; “barış süreci olumlu gelişiyor, açılan paketin olumlu etkileri yaşanıyor..” iken, dün görüş alan haber sunucuları ile program yapımcılarının en çok yineledikleri sorular; “Barış sürecinde kırılmalar mı var? Çatışmalar yeniden gündeme gelebilir mi?” kaygılarını da içeriyordu... Bizi ilgilendiren Kürt açılımı, gelişmelerinin odağında bizdeki taraflar, belirleyiciler üzerinden gelişmelere bakılır, tartışılırken, aynı tarafların, aynı tez sahiplerinin sürecin yürümesine ilişkin gelişmelere dış odakları eklemenin ötesinde öne çıkarmaları dikkat çekiciydi...
Dikkatinizi çekmeliyim, bizim İktidarları ve Kürt cephelerinin daha önce hiç dillendirmedikleri, uzaktan, dışardan bakanlar arasında olarak bizlerin altını çizdiğimiz kimi gelişmeler şimdi zorunlu gündemde... Daha düne kadar Suriye’de iç savaş bağlantılı yaşanan önemli gelişmeler arasındaki Suriye Kürdistanı, Rojava olgusu ağızlara alınmazken bizdeki Kürt açılımına yansımaları artık iki tarafın da dilinde. Aynı günlerde Kuzey Irak yönetimi ile içli dışlı Merkez yönetimini tanımayan İktidarlarının, CHP’nin ziyaretini şiddetle eleştirmişken, şimdi diyaloğa yönelmesi kuşkusuz anlamlı bir gelişme. Kuzey Irak’ta aylar önce ilan edilmiş, bölgenin dört ülkesinin Kürt siyasal temsilcilerinin toplantısının sürekli ertelenmesinin anlamının ise bölgedeki çok önemli denge değişiklikleri olduğu kuşku götürmez.

***

Barış umudunun kırılmaması, çerçevesi, dün İktidarları iradesinde, istihbarat örgütleri ağırlıklı yürütülmüş uzlaşmalar, takvimlerin işletilmesinden çok, yaşanmış süreçte çatışmaların durmuş olması, insanların ölmemesi bağlantılı toplumda gelişen barış umudu, iradesine bağlanıyordu. Tarafların uzmanları pek çok noktadan barış sürecinin işletilmesi koşullarına uyulmadığını, suçu karşı tarafa yükleyerek çok önemli nedenleri ile sayıp durdular. Elbette odakta PKK’nin silahlı güçlerinin anlaşma koşullarına uyulmayarak çekilmemiş olması odağa oturtuluyor, sorumluluk, nedenleri üzerinde çok farklı, baş döndüren nedenler sayılıyordu. Doğrusu insanların ölmediği yaşanan süreçten sonra, yeniden kan dökülmesi sorumluluğunu üstlenmek barış isteyen çoğunluğun gönlündeki yerini kaybetmek ile de eşanlamlı olabilir. Siyasi partilerin anayasa komisyonundan siyaseten çekilen taraf olmak istememeleri gibi bir durum da, yeniden kan dökülmesi sorumluluğunu üstlenmeden korkmada da geçerli, umut kaynağı olabilir.
Dünyada, hele de bölgede siyasal güç dengeleri üzerinden öylesine kısa zaman dilimleri içinde öylesine büyük değişiklikler yaşanıyor ki... Medyatik vitrindeki gelişmelerle kapalı kapılar arkasındaki çatışma, pazarlık, uzlaşma gündemleri arasındaki uçurumları göremeyecek bizler için kimi yeni gibi gelen gelişmelerin çoğu gündemden bile düşmüş olabilir... ABD’nin Esad yönetimine kimyasallar bağlantılı operasyonu beklenirken, tersine dönüşle Esad yönetimini en azından bugün için güçlendiren, Suriye’ye yerleşik istenmeyen radikal İslami, dış odaklı silahlı muhalefetle ipleri kopartan bir yeni fiili uzlaşma noktasına gelinmedi mi? Çok daha çarpıcısı, artık tam tersini aylar, yıllar haykırmış Türkiye, İktidarları yönetimi bile fiilen onaylama noktasında değiller mi? Üstüne üstlük MİT çalışmaları üzerinde dünya medyasında hedef tahtası yapılan Erdoğan İktidarları, yıllardır giriş çıkışa açık bıraktıkları sınırı denetlemek zorunda kalma noktasındalar. Radikal İslami, dış örgütler ağırlıklı Suriye muhalefeti ile işbirliği suçlamalarını da reddediyorlar...“Kol kırılır yen içinde” tezi ile övünülen İktidarları cephesi içindeki çatışmacı gelişmelere gelince... En baskın medyalarından su yüzüne çıkan tartışmalarla Erdoğan-cemaat cephesi ağırlıklı, özünde siyasal İslamcı Türkiye’ye uzanmış tüm örgütlenmeleri, odakları kapsayan, içten, iktidar, güç çatışmalarının sanki yen içinde kalabilme koşullarında kırılmalar var. İktidarlarının, cepheyi dağıtmamaya yönelik Kürt açılımı üzerinden demokratikleşme paketinde öncelikleri siyasal İslamcı açılımlara, haklara vermesi bundan. Siyasal İslama hizmetin adımların biat kültürü içindeki etkin yapıştırıcılığı bugüne kadar çok işe yaramıştı. Bundan sonra işe yaramaması söz konusu olsa da halkın gözünü boyama, seçmenden oy almada etkinliği çok tartışmalı... İşler sarpa sarıyor...

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget